Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla
Peygamber Efendimiz (sav)'in Başarıları
''Onları meyvelerinden tanıyacaksınız.'
[1] Bu makalede, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in başarılarını inceleyerek daha önceki makalelerde başladığımız peygamberlik delilleri oluşturma yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tam olarak ne yaptı? Edâ ettiği misyon hangi neticeleri meyve verdi? Ayrıca, O'nun (sav) elde ettiği neticeler, bir kabiliyet ve erdemi mi gösterir yoksa, O'nun (sav) takipçileri tarafından abartılmış övgüleri mi?Herşeyden önce şu hususu belirtmemiz gerekmektedir: Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in en büyük başarısı, bin yıldan uzun bir süredir kendi çağdaşları ve gelecek nesiller arasında en çok hayranlık duyulan kişi olmakla sınırlı değildir. Bu değerlendirme doğru ama eksik bir değerlendirmedir. O'nun (sav) başarısı, yine sadece büyük bir coğrafya üzerindeki geçici bir siyasi hakimiyetle de sınırlı değildir. Zira bu ölçü alınırsa bazı kimseler O'nun (sav) Konstantin, Büyük İskender ya da Cengiz Han ile karşılaştırılabilir olduğunu düşünebilirlerdi. Ayrıca yüzyıllardır yaşayan dînî bir vahiy olayıyla da sınırlı değildir; öyle olsaydı kimileri bunu, Hiristiyan âlemindeki çarmıha gerilme meselesiyle karıştırabilirlerdi. Aynı zamanda, O'nun (sav) başarısı sadece, Buda ve Konfüçyus'e itibar kazandıran nefis kontrolü, varoluşçu bilgelik ve yardımseverlikle dopdolu ve takdire şâyân bir yaşam tarzına sahip olmak da değildir. Hayır! Efendimiz (sallallahu aleyhş ve sellem)'de bambaşka bir cevher ve keşfedenleri kendisine hayran bırakan bir farklılık bulunmaktaydı. Peki başka hiçbir insanda olmayıp da sadece Efendimiz (sallallahu alyhi ve sellem)'de bulunan bu farklılık nedir? Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i diğerlerinden farklı kılan gerçek şudur: O'nun (sav) mirasını ölümsüzleştiren dönüm noktası tek bir tane değildi. Bilakis, O'nu (sav) ölümsüzleştiren, çok fazla sayıdaki başarı ve yeteneğin tek bir insanda, yani Kendi'sinde toplanmış olmasıdır. Bu kadar çok başarı ve yeteneğin tek bir kişide toplanmış olması 1500 yıldır insanları etkilemekte, onları şaşkına çevirmekte ve meraklarından şu soruları sormak zorunda bırakmaktadır: Bu gerçekten mümkün olabilir mi? Bütün bu başarılar gerçekten sadece tek bir insanda cem olabilir mi? Efsaneler dışında böyle bir kişi var olabilir mi? Bunun için başka makul bir açıklama var mı? Yoksa O (sav), gerçekten de bir peygamber olabilir mi?
İngiliz kökenli Amerikalı bilim adamı, hekim, filozof ve tarihçi John William Draper (ö. 1882) şöyle der:
''Tüm insanlar arasında, insan ırkına en fazla tesir eden kişi, Justinianus'un ölümünden dört yıl sonra, 569 yılında, Mekke'de, Arabistan'da doğan kişidir. Pek çok imparatorluğun manevi ve dînî lideri olmak, insan ırkının üçte birinin günlük hayatını yönlendirmek, belki de Allah'ın Elçisi ünvanının gerçek olduğunun delilidir.''[2] Burada iman etmeyi gerektiren bir eylem bulunmamaktadır... en azından O'nun peygamberliğini kabul etmeyi gerektiren bir eylem... Tüm bu başarıların Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'de veya herhangi bir bireyde bir araya gelmesinin tamamen tesadüf olduğunu iddia edenler, sadece, ya dünyanın ne olduğundan haberi olmayan ve hayal âleminde yaşayan cahil insanlardır ya da önyargılarından kurtulamayan mutaassıplardır. Bir insan düşünün; ümmî bir insan, Arabistan'ın medeniyetten uzak bölgelerinde doğan bir insan... çevredeki gelişmiş imparatorlukların sanat, felsefe, siyaset, savaş ve eğitiminden habersiz bir insan... Böyle bir insanın bir gecede eşi benzeri olmayan, derin, etkili, kalıcı ve rakipsiz bir mesajla geldiğini düşünün. Dininin yayılma hızı, O'nun (sav) mesajının günümüze kadar devam eden hükmü ve Kendi şahsının bireysel etkisi itibariyle insanlık tarihinde O'nun (sav) bir benzeri yoktur ve bundan sonra da olması mümkün değildir. Batıda bunu kabul ve itiraf eden tek gayrimüslim tarihçi de Draper değildir. Daha pekçok insan bunu kabul etmektedir.
Fransız bir tarihçi olan Alphonse de Lamartine (ö. 1869) zarif bir şekilde şunları ifade eder:
Eğer gayenin büyüklüğü, vasıtaların azlığı ve neticenin şaşırtıcılığı insan dehasının üç ölçüsüyse, tarihte kim [Hz.] Muhammed'le karşılaştırılabilir? En meşhur insanlar, sadece ordular, kanunlar ve imparatorluklar meydana getirmişlerdir. Onlar, çoğu defa gözleri önünde dağılıp giden maddî iktidarlardan başka bir şey kurmamışlartırlar. Fakat O (sav), yalnızca orduları, kanunları, imparatorlukları, milletleri ve hanedanlıkları harekete geçirmekle kalmamış, ayrıca, meskûn dünyanın yarısında milyonlarca insanı ve daha da ötesi mâbedleri, putları, dinleri, fikirleri, inançları ve ruhları yerinden oynatmıştır. Her harfi kanun olan bir Kitab'a dayanarak, her dil ve her ırktan, manevî bir ümmeti çıkarmıştır. Bize, bu ümmetin silinmez karakterini, sahte ilâhlardan nefretini, bir ve gayr-i maddî Allah tutkusunu bırakmıştır. [Hz.] Muhammed'in takipçilerinin en büyük fazileti budur. Arzın üçte birinin bu inanca teslim olması, O'nun mûcizesidir. Müthiş teorilerin tükenişinin ortasında ilan ettiği tevhid inancı düşüncesi, O'nun bir mucizesi idi. Bu inanç, telaffuz edilir edilmez, dünyanın üçte birlik kısmındaki bütün antik put tapınaklarını yerle bir etmiştir. Bu Zât'ın hayatı, tefekkürü, ülkesindeki batıl inançlara karşı yaptığı kahramanca duruşu, putperestlerin öfkelerine meydan okumaktaki cesareti, Mekke'de 13 yıl süreyle gösterdiği sabrı, ezâ ve cefalara katlanması: Bütün bunlar ve bunlara ek olarak kesintisiz devam eden tebliği, imkansızlıklara rağmen mücadelesine devam etmesi, başarıya olan inancı ve felâketler karşısındaki insanüstü güven duygusu, zafere götüren azmi, tek bir ideale olan samimi bağlılığı, asla imparatorluk peşinde olmayışı; bitmeyen duaları, ibadetten aldığı haz, Allah'la haberleşmesi ve vefatından sonraki şanlı muzafferiyet... Bütün bunlar bir yalana değil, sarsılmaz bir inanca şahitlik etmektedir. Esaslı bir akideyi yeniden yerleştirme hususunda O'na güç veren bu akidedir. Bu akîde ise, iki önermeden oluşur: Birinci önerme: Allah birdir. İkinci önerme: Allah maddeden münezzehtir. İlki, Allah'ın ne olduğunu; ikincisi ise Allah'ın ne olmadığını ifade eder. Birincisi batıl ilahları kılıçla kesip atmış ve ortadan kaldırmış, ikincisi ise kelimelerin kullanıldığı bir fikir mücadelesini başlatmıştır. Filozof, hatip, peygamber, kanun koyan, erkan-ı harp, gönüller tahtının sultanı, gerçek inancın yeniden müessisi, heykeli olmayan bir inanç önderi, dünyadaki yirmi devletin fikir öncüsü ve manevi bir devletin lideri... İşte [Hz.] Muhammed budur! İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullanılan bütün mikyaslarla ölçülsün! Acaba O'ndan daha büyük biri olabilir mi?"[3] Hayattan Daha Değerli Bir Aşk
İnsanlık tarihinde Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar gönülden sevilen kimse var mıdır? Pek çok kişinin hakkıyla takdir edemediği, kıymetini bilemediği ve belki de tanımaktan bile mahrum kaldığı bu Zât-ı Muallâ (sallallahu aleyhi ve sellem), 1500 yıldır devam ede gelen bir itibara sahiptir ve bu uzun zaman boyunca insanlar O'nu kendilerine örnek almış ve almaya da devam etmektedirler. Bazı insanlar bu sevgi ve örnekliği düşünüp alelacele bir kararla, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e yönelik bu sevgi ve muhabbeti insanlık tarihinde başkaları için de gösterilen sıradan ve basit bir hayranlık ve sevgi gibi değerlendirebilirler. Ama daha ayrıntılı bir inceleme yapıldığında, çok daha farklı bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabı, hayatları boyunca, O'nu savunmak adına canlarını veya uzuvlarını feda etmek için devamlı fırsat kollamışlardı. Mesela Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud savaşı sırasında farkında olmadan bir çukura düştüğünde, Ashab-ı Kirâm Efendilerimiz (r. anhum ecmain), O'nu kurtarabilmek için olağanüstü bir kahramanlık sergilediler. Ebû Dücâne (ra), bir kalkan gibi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in üzerine kapanmış ve yağan ok yağmuruna kendi sırtını memnuniyetle siper etmişti. Enes Bin Nadr (ra), vücuduna doksanın üzerinde kılıç, mızrak ve ok yarası almış, şehit olana kadar düşman ordusunun içinde kalmış ve düşmanla yaka paça olmuştur. Ebu Talha (ra), başka hiçbir şey bulamayınca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i korumak için O'nun önüne geçmiş ve göğsünü O'na siper etmişti. Bir yandan da yine O'nu korumak için ''Ya Rasulallah! Başını çıkarma ki sana gelecek oklar bana gelsin'' diyerek O'ndan, kendisini ortaya çıkarmamasını rica ediyordu.
Talha B. Ubeydullah (ra), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'i düştüğü çukurdan diğer bir sahabenin yardımıyla çıkartmış, savaşmaktan yorgun düşen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellim)'in ricası üzerine, O'nu Uhud kayalıklarına taşımış, daha sonra saldırıları bertaraf etmek için savaş alanına geri dönmüş ve nihayet tekrar Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanına dönerek O'nu daha güvenli bir yere taşımıştır. Korkusuz bir kadın olan Nesibe Binti Ka'b (r. anhâ) erkeklerin elindeki kılıçları zorla almış, Uhud meydanında düşman saflarındaki güçlü kuvvetli pek çok düşmanla çarpışmıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra Müseylime'ye karşı verilen savaşta da yer alan Hz. Nesibe (r. anhâ) omuzundan yaralanmış ve savaştan sonra bu yaradan mütevellid kanamalar sebebiyle şehit olmuştur. Toz duman durulup ortalık sakinleşince, Fahr-i Kâinât Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için yaptıkları fedakarlıklar ve O'na olan muhabbetleri tarihin sayfalarına altın harflerle işlendi ve ebedîleşti. Medine'ye döndüklerinde, Benî Dinar kabilesinden bir kadına kocasının, babasının ve ağabeyinin Uhud'da şehit olduğu haber verildiğinde o, ''Rasulullah'a bir şey oldu mu?'' diye karşılık vermişti. Kendisine ''O (sav), senin de temenni ettiğin gibi hayatta ve güvende'' denilince bununla yetinmemiş ve ''O'nu bana gisterin. Kendi gözlerimle göreyim'' diye cevap vermişti. Sonunda O'nu görünce ''Senin dışındaki bütün kayıplar önemsizdir, yâ Rasulallah'' diye seslenmişti.
[4] Tamamını buraya alamadığımız sadece Uhud günü yaşanan bu olaylar, yirmi üç yıllık peygamberliği boyunca, Hâtemu'l-Enbiyâ (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz etrafında hâlenenen sevgi ve muhabbet bağını yansıtan küçük bir örnektir. Uhud savaşından birkaç yıl sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile anlaşma müzakere etmek için Kureyş temsilcisi olarak gelen Urve Bin Mes'ud, müslümanlar arasında üç gün geçirdikten sonra Mekke'ye dönmüş ve oradaki gözlemlerini Kureyş'e anlatırken şu ifadeleri kullanmıştır:
''Ey Kureyş topluluğu! Ben daha önce Fars krallığındaki Kisrâ'yı, Roma krallığındaki Sezar'ı ve Habeşistan krallığındaki Necâşî'yi ziyaret ettim. Ama Allah'a kasem ederim ki, kendi halkı tarafından [Hz.] Muhammed kadar sevilen ve saygı duyulan başka birini görmedim. O, abdest alırken yere düşen su damlalarını yakalamak için O'nun arkadaşları adete kendi aralarında yarışıyor ve saçından dökülen telleri yere düşmeden kapışıyorlar. O konuşmaya başlayınca, arkadaşaları hemen susuyor ve dinliyorlar. O'na saygılarından dolayı hiçbiri O'nun yüzüne doğrudan bakmıyorlar. O, size öyle iyi şartlarla bir anlaşma teklif etti ki hayır diyemedim. Bence bu anlaşmayı kabul etmelisiniz. Artık karar sizin.''[5] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ruhunun ufkuna yürümesinden on yıl sonra, O'nun ashabından Amr Bin Âs, ölüm döşeğinde yatarken, İslam'la şereflenmeden önceki hayatına dâir hatıralarını hatırlamış, O'nun en azılı düşmanlarından biriyken nasıl en büyük takipçilerinden biri olduğunu dile getirmişti. Bu hatıralarından birini anlatırken şöyle demişti:
''Müslüman olduktan sonra gözümde Rasulullah (aleyhissalâtu vesselam)'dan daha sevgili ve daha değerli hiç kimse kalmamıştı. Hatta, O'na olan saygımdan dolayı O'nun yüzüne doğrudan bakamıyordum. Bu yüzden, benden O'nu tarif etmemi isterseniz bunu yapamam. Çünkü, O'na hiçbir zaman tam olarak bakamadım.'[6] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i ebediyete uğurlayan bütün arkadaşları, benzer hasret ve özlemle kavrulmuşlardır. İsmini her duyduklarında kalpleri bir güvercin kanadı gibi titremiş, gözleri her dâim nemlenip yaşla dolmuş, sadece, ahirette O'nunla tekrar buluşabilme ihtimali ile teselli olabilmişlerdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in mesajını ve İslam'ı kabul eden ve ele avuca sığmayan, azad edilmiş, Habeşistan'lı ilk köle olan Hz. Bilal Bin Rabah (ra), efendilerine meydan okumuş ve din-i mübin-i İslâm'a sahip çıkma adına inanılmaz işkencelere katlanmıştı. Nihayet bu işkencelerden kurtulmuş ve İslam tarihinde insanları namaza çağıran ilk müezzin olmuştu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan muhabbeti, Hz. Bilal'in damarlarına kadar işlediği için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra yaşamak Hz. Bilal'e çok ağır gelmişti. Bu acıyı dindirebilecek tek devâ da O'nunla buluşmak ve O'na kavuşmaktı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından 9 yıl sonra hasta yatağında ölümü beklerken eşinin ağlayıp âh u vâh etmesine mukabil, Hz. Bilal mutluluktan uçacak gibiydi ve ''Yakında sevdiklerime kavuşacağım! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e ve arkadaşlarına kavuşacağım'' diyerek sevincini izhar ediyordu.
[7] Sayıları binleri aşan bu insanlar, Hâtemu'l-Enbiyâ Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan sevgilerini hakikat, adalet ve dünya medeniyetine katkıda bulunma yolunda kullanmışlardır. Bu peygamber aşığı öncülerden bazıları dînî hakikatlere derinlemesine bir bakış açısı geliştirmiş, maddi ve manevi hârikulâdeliklere imza atmış ve en sevgili addettikleri ümmî peygamberin ayak izlerini adım adım takip ederek kimsenin çıkamadığı zirvelere yükselebilmişlerdir. Alanında uzman ehl-i tahkik bilim adamları, edebiyat dâhisi söz sultanları, başkalarını yaşatmak için yaşayan diğergam ve fedakar insanlar, başarılı devlet adamları ve fazilet sahibi askerî dâhiler kendi alanlarında başarıya ulaşabilmek ve insanlığın yolunu aydınlatabilmek için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in izinden gitmeleri ve O'nu kendilerine rehber edinmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Günümüzde de dünya coğrafyasının yaklaşık üçte birinde yaşayan insanlar, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan bağlılıklarını, (öyle veya böyle bir şekilde) kendi yaşantılarına yansıtmaya ve hayat tarzlarını O'nun öğretilerine uygun olarak düzenlemeye devam etmektedirler. Müslümanlar, Rasulullah (aleyhissalâtu vesselam)'a değil sadece Allah'a ibadet etmektedirler. Bununla beraber, iman ettikleri hakikatlerin, Rasulullah (aleyhissalâtu vesselam)'da tecessüm ettiğine inanmakta, O'nun sünnetini kendilerine örnek, dolayısıyla da Allah'ın rızasına götüren tek yol kabul etmektedirler.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ismi anıldıktan sonra ''Sallalahu aleyhi ve Sellem'' veya ''Aleyhissalâtu Vesselâm'' gibi ifadelerle O'na salât u selâm'da bulunmak, yani bir anlamda O'nun için Allah'a dua etmek, İslam dünyasının tamamında bir gelenek hâline gelmiştir. Bu nedenle örneğin Cuma namazında hutbe esnasında hatip, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ismini her andığında, cemaat içinden toplu bir şekilde salât u selâm sesleri bir uğultu hâlinde yükselir. Bu gibi durumlarda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şahsiyeti, dini motivasyonun odağı hâline gelir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i hatırlamak ve O'nun sünnetine saygı göstermek, dikkatleri Allah'a yönelten bir odak noktası işlevi görür ve gayeye götüren vesile fonksiyonunu edâ eder.[8] Müslümanların, kendilerini Allah'a bağlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan saygı ve sevgileri, O'nun (sav) güzel adını, günümüzde müslümanların nüfusun sadece yaklaşık % 12'sini oluşturduğu Londra'daki
en popüler bebek ismi hâline getirmiştir. Nesilden nesile O'nun samîmî takipçileri, O'ndan sadır olan her kelimeyi araştırmaya devam etmekte, O'nun takip edilebilecek her fiilini titizlikle takip etmekte ve namaz esnasındaki parmak hareketlerine varıncaya kadar O'nun yaşam tarzını taklit etmektedirler. İnsanlık tarihinde, bu şekilde hayranlık uyandıran, hem de bin beşyüz yıldır insanların davranışlarına bu derece etki edecek şekilde hayranlık uyandıran başka kim gösterilebilir?İngiliz akademisyen ve arkeolog David George Hogarth (ö. 1927) düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:
'
'O’nun bütün davranışları, günlük hayatı, bugün milyonların bilinçli bir şekilde riayet ettiği bir kanun ortaya koymuştur. İnsanlığın herhangi bir bölümünün ''Mükemmel İnsan'' kabul ettiği başka hiç kimse, bu kadar yakından ve bu ölçüde ayrıntılı bir şekide taklit edilmemiştir. Hıristiyanlığın kurucusunun davranışları, takipçilerinin günlük hayatını yönlendirememiştir. Ayrıca, başka hiçbir bir dinin kurucusu, geride İslâm Peygamberi ölçüsünde bir güven ve itimat bırakmamıştır.''
[9] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ismiyle müsemmâ olması, yani kendisine verilen ismin daha sonra kendisinde tecelli etmesi de ayrıca ilginçtir. Zira ''Muhammed'', kelimenin tam anlamıyla “övülmüş olan” anlamına gelir ve insanlık tarihi boyunca O'ndan daha çok övülen ve takdir edilen hiç kimse yoktur. Sosyal medyanın imkanlarını kullanma fırsatı olmaksızın, Twitter, Facebook, Instagram veya Whatsapp'ta bir hesap açmaksızın Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), günümüz dünyasında 1,6 milyar takipçi toplayabilmiştir. Bir insanın, vefatından 1400 yıl sonra bile, dünyanın dört bir yanında, her an ve her saniye, övgü ve senâlara mazhar olduğunu düşünmek hayret verici değil mi? Dünyada her saniye gerçekleşen ve müslümanları namaza davet eden ezanlar, ardından namazın kendisi, teşehhütte O'nun peygamberliğine dâir şehadetler ve tahiyyatın ardın salli-bârik dualarıyla O'nun için Allah'a yapılan tazarrû ve niyazlar gece-gündüz hiç durmadan yankılanmaya devam etmektedir. İnsanların duygusal olarak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e olan bağlılıklarını devam ettirmelerinde ve O'na karşı bir saygısızlık edildiğinde O'nu cansiperâne savunmalarında şaşılacak hiçbir şey yoktur.
Zaten Allah Teâla bu hususu ''Ve yine, tamamen lehine olarak, Sen'in şânını yüceltmedik mi?''
[10] ayetiyle ifade buyurmuştu. Bu ayet, Mekke döneminin ilk yıllarında, müslümanların kemmiyeten çok az, görünüşte çok zayıf olduğu ve İslam’a ne olacağından emin olunmadığı bir dönemde nazil omuştu. Ancak, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in isminin dünyanın dört bir tarafında şehbal açtığı ve O'nun nâm-ı celîlinin etraf-ı âlemde en gür seda ile yankılandığı günümüzde bu ayetin mânâsı daha iyi anlaşılmaktadır.Dünyanın En Büyük Başarı Hikayesi
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in getirdiği dînî öğretileri dikkate almaksızın, O'nun sadece hayatına ve sadece “dünyevî başarısına” odaklanan anlık bir kısa bakış, dünya çapındaki akademisyenlerin dikkatini çekmeye yetmiştir.
Karşılaştırmalı dinler alanında uzman olan ünlü yazar Karen Armstrong şöyle der:
''İslam, bir başarı dinidir. En azından batıdaki algıya göre, merkezinde [Hâşâ] perişan, güçsüz ve çaresiz bir peygamber imajı olan Hıristiyanlığın aksine... [Hz.] Muhammed'in başarısız olmadığı apaçıktır. O, hem mânen hem de siyaseten göz kamaştırıcı bir başarı elde etmiş, İslam da günden güne daha da güçlenmiştir.'[11] ''Dünya Tarihine Yön Veren En Etkili 100 Kişi'' kitabını yazan Amerikalı başka bir tarihçi Michael Hart, bu hârikulâde başarı hikayesini aşağıdaki gibi özlü bir şekilde ifade etmektedir:
''Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına [Hz.] Muhammed'i koymam bazı okurları şaşırtıp bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak [Hz.] Muhammed tarihte, hem dînî hem de dünyevi anlamda üstün başarı elde eden tek insandı. Mütevazî bir aileden gelen [Hz.] Muhammed dünyanın en büyük dinlerinden birini kurup yaymış ve çok etkili bir siyasi lider hâline gelmiştir. Bugün, vefatından on üç yüzyıl sonra bile, etkisi hâlâ güçlü ve yaygındır. Bu kitaptaki kişilerin çoğu medeniyet merkezlerinde, gelişmiş bir kültüre sahip veya siyasi açıdan önemli milletler içinde doğup büyüme avantajlarına sahiptiler. Ancak [Hz.] Muhammed 570 yılında, o dönemde dünyanın geri kalmış bir bölgesi olan, ticaret, sanat ve bilim merkezlerinden çok uzakta bulunan Arap yarımadasının Mekke şehrinde doğmuştur. Altı yaşında yetim kalmış ve çok mütevazı bir çevrede yetişmiştir. İslâmi kaynaklar bize O'nun ümmî biri olduğunu bildirmektedir. Yirmi beş yaşındayken, zengin bir kadın olan [Hz.] Hatice ile evlenince ekonomik durumu düzelmişti. Ancak kırk yaşına yaklaşana kadar kendisinin olağanüstü bir insan olduğunu belli edecek çok az belirti bulunmaktaydı.
O dönemdeki Araplar'ın çoğu putperestti ve pek çok tanrıya inanıyorlardı. Buna rağmen Mekke'de küçük bir Yahudi ve Hristiyan topluluğu vardı. [Hz.] Muhammed'in tüm evrene hükmeden, herşeye gücü yeten tek bir ilahın varlığını ilk kez onlardan duymuş olması mümkündür. [Hz.] Muhammed kırk yaşına gelince bu tek gerçek ilahın (Allah'ın) kendisine vahiy indirdiğine ve doğru inancı yaymak için kendisini seçtiğine inandı. [Hz.] Muhammed üç yıl boyunca sadece yakın arkadaşlarına ve dostlarına tebliğde bulundu. Daha sonra 613 yılında açıktan tebliğe başladı. Zamanla insanlar iman etmeye başlayınca, Mekke'nin önde gelenleri O'nun tehlikeli bir sıkıntı olduğunu düşünmeye başladılar. Can güvenliğinden endişe eden [Hz.] Muhammed, 622 yılında kendisine önemli bir siyasi gücün vaat edildiği (Mekke'nin 320 kilometre kuzeyindeki) Medine şehrine hicret etti.
Hicret adı verilen bu göç, [Hz.] Peygamber'in yaşamında bir dönüm noktası oldu. Mekke'de pek az taraftarı vardı. Medine'de daha fazla taraftar buldu ve kısa bir sürede kendisini fiilî bir yönetici kılacak bir nüfuz elde etti. Bundan sonraki yıllarda [Hz.] Muhammed'e inananlar çoğalırken Medine ile Mekke arasında bir dizi savaş yapıldı. Savaşlar, [Hz.] Muhammed'in fatih olarak zaferle Mekke'ye döndüğü 630 yılında sona erdi. Yaşamının kalan iki buçuk yılında Arap kabilelerinin hızla bu yeni dine katılmalarına tanık oldu. [Hz.] Muhammed 632'de vefat ettiğinde tüm Arap yarımadasının fiilî hükümdârıydı. Arabistan'ın Bedevi kabileleri savaşçı özellikleri ile ün salmıştı. Fakat sayıları azdı. Siyasi birliğin olmaması ve iç savaşlar sebebiyle sorunlar yaşıyorlardı. Bu yüzden, kuzeydeki tarımsal bölgelerde yerleşik olarak yaşayan krallıkların daha kalabalık ordularıyla mücadele edemiyorlardı. Ancak tarihte ilk kez [Hz.] Muhammed tarafından birleştirilen ve tek gerçek ilâha inanan bu küçük Arap orduları, insanlık tarihindeki en şaşırtıcı fetihler dizisinden birini başlattılar.''[12] Lamartine'nin daha önce söylediği gibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'i eşsiz kılan sadece şaşırtıcı fetih serileri ve dünyevi başarı değildi. O'nu eşsiz kılan ve O'nun büyüklüğünü ispatlayan asıl şey başarıları değil, elde ettiği maddi kazançlardan fedakarlık edip vazgeçmesi ve bütün bu başarılara rağmen ilâhî hedefini korumasıdır.
Aynı zamanda okul yöneticiliği de yapan saygıdeğer bir yazar olan Bosworth Smith (ö. 1908) şöyle yazmaktadır:
''Hem devletin hem caminin başı; hem bir devlet başkanı hem de bir dini lider idi. Fakat Papa’nın sun’iliklerini taşımayan bir dini lider ve hususi birlikleri, özel korumaları, devamlı silâh altında bir ordusu, polis gücü ve sabit geliri olmayan bir devlet başkanı. Eğer tarihte her bakımdan ilâhî kaynağa dayalı olarak hükmetmiş biri varsa, o da [Hz.] Muhammed’dir; çünkü O, en güçlüydü, fakat güce ehemmiyet vermiyordu. Özel hayatında ne kadar sade ise, halkın içinde de o kadar sade idi.''[13] Smith'den alınan bu son cümle, bazılarına göre, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in eşi görülmemiş gücünün ve ölümsüz etkisinin nedenini açıklamktadır. Bu neden, bu dünya üzerinde oldukça fazla bir alana hükmetmeyi başarmasına rağmen, bu başarının kendisine hükmetmesine izin vermemesidir. Müslümanlar, sadece Allah'ın bu iki olguyu tek bir insanda cem edebileceğine ve yine sadece Allah'ın, bu maddi ve manevi zaferle O'nun peygamberlik iddiasını güçlendirebileceğine inanmaktadırlar.
Edward Gibbon'un buna şöyle vurgu yapar:
''[Hz.] Muhammed’in hayatının en büyük başarısı, sadece ahlâkî güçle gerçekleşmiştir... Bizi kendisine hayran bırakan şey, O'nun dininin yayılması değil, kalıcılığıdır. O’nun Mekke ve Medine’ye nakşettiği aynı duru ve mükemmel tesir, 12 asırlık herc ü merce rağmen Kur'an'a iman eden Hintliler, Afrikalılar ve Türkler tarafından muhafaza edilmektedir...''[14] Benzer şekilde, meşhur Mahatma Gandhi (ö. 1948) de atıldığı hapishanede Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in biyografisini okuduktan sonra; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, aşılamaz sorunların istesinden gelebilmesinin ve evrensel başarılar elde edebilmesinin arkasındaki sırrı anlayabilmiştir. Şu sözler ona aittir:
''Günümüzde milyonlarca insanın kalbine tartışmasız hükmeden ve en güzel hayata sahip olan Zât’ın hayatını öğrenmek istiyordum. O günlerde de hayatın her alanında İslâm'a mevki kazandıran gücün kılıç olmadığına her zamankinden çok daha fazla ikna oldum. İslâm, gücünü, Peygamber'in değişmeyen sadeliğinden, kendisini bütünüyle nefyetmesinden, verilen söze ve yapılan anlaşmalara mutlak bağlılığından, ashabına ve ümmetine olan vefasından, cesaretineden, korkusuzluğundan, Allah’a mutlak tevekkülü ve misyonuna olan kesin itimadından almaktadır. İslâm'ın her tarafa ulaşmasını ve her engeli aşmasına sebep olan kılıç değil, işte bunlardır.''[15] Tevhid'in Yeniden İnşâsı
Son Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah'ın zatının mahiyetini, O'nun birliğini ve kusurlardan münezzeh oluşunu hem insan fıtratına hem de akla uygun olarak ve net bir şekilde dünyaya açıklayarak nadir bir başarı örneği sergilemiş ve böylece İslâm'ın diğer dinlerden farkı ortaya çıkmıştır. İnsanlara, kendilerini Yaratan'ı ve O'nun yolunu açıklayan basit ve sezgisel bir dînî anlayış teklif etmiş ve bu düşünce çok hızlı bir şekilde Dünya'nın her yerine yayılmıştır.
Bu, insanlar arasında bu kadar derin bir akıma neden olan ve onları, kendilerini en çok engelleyen (bütün kültürlerde devam edegelen körü körüne taassup ve insanların bir çok uygarlıkta görülen aşırı yüceltilip tanrılaştırılması gibi) eğilimlerin bazılarından etkili bir şekilde kurtaran eşsiz bir teklifti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), savunmasız bir dünya için uzun zamandır kayıp olan bir sığınma ve korunma imkanını, Merhemet Sahibi ve Tek Gerçek İlâh'a aracısız ve doğrudan iletişime geçme imkanını açığa çıkarmıştır. İnsanın sadece Allah'ın bir olduğunu samimi bir şekilde kabul ederek huzur bulup tatmin olabileceğini ve ahlâkî kurallarının doğruluğunun da sadece O'nunla tesbit edilebileceğini insanlara öğretene kadar, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlenmeyi reddetmiştir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından gerçekleştirilen bu önemli başarının kıymeti ve faydası, gerçek ilah merkezli bir yaşam tarzının dışında sadece düzensizliğin var olabileceğini ve düzenin kesinlikle sağlanamayacağını anlayanlar tarafından kavranabilir. İnsanların kalbinde tevhid inancını yeniden ihyâ edip onların hayatına tevhid akidesini yerleştirmek, yaşamı hedefsiz bir yolculuk olmaktan uzaklaştırdığı için, düzeni ıslah edip yaşamı yeniden anlamlı hâle getirmekle sonuçlandı. Ayrıca, çağımızda gerçek bir inancın faydasını göremeyenler için belki de en iyi başlangıç,
müslüman ülkelerdeki önemli ölçüde daha düşük cinayet ve intihar oranları ile birlikte, kargaşa dolu modern dünyada “mânevi düşünce ve anlayış” ile ortaya çıkan câzibeyi dikkate almaktır (ayrıca bkz:
İntihar ve İslam; NCBI).Alphonse de Lamartine bu konuda şöyle der:
"Gönüllü yada gönülsüz, dünyada başka hiç kimse, kendisine O'nunkinden daha büyük bir hedef koymamıştır: Yaratan'la yaratılan arasına giren bâtıl inançları ortadan kaldırmak; Allah'a insanı, insana Allah'ı geri vermek; putperestlik gibi materyalist ve çarpık bir ilah anlayışının hüküm sürdüğü kaos ortamında gerçek ve maddeden münezzeh ilâh kavramını yeniden tesis etmek... Dünyada böyle muazzam ve uzun soluklu bir devrimi, bu kadar kısa sürede başaran başka hiçbir bir insan yoktur. Çünkü, peygamberliğinden sonraki iki asırdan daha az bir zaman içinde İslâm, inanç ve hâkimiyet plânında tüm Arap coğrafyasına yayılmış ve Allah adına İran'ı, Horasan'ı, Mâverâünnehir'i, batı Hindistan'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, Habeşistan'ı, baştan sona bütün Kuzey Afrika'yı, Akdeniz'deki pek çok adayı, İspanya'yı ve Fransa'nın bir kısmını fethetmiştir.''[16] Edward Gibbon şunları ekler:
''Müslümanlar, inaçlarını ve bağlılıklarını beşeri algı ve hayal seviyesine indirgeme hatasına karşı düzenli bir şekilde direnmişlerdir. 'Allah'tan başka ilah olmadığına ve [Hz.] Muhammed'in, O'nun peygamberi olduğuna inanıyorum'' esası, İslâm'ın temel ve değişmez kuralıdır. Ulûhiyet kavramı, hiçbir zaman bir putla değerden düşürülmemiş, Peygamber’e verilen değer, asla beşerî sınırı aşmamış ve O’nun getirdiği ve canlılığını sürekli koruyan prensipler, takipçilerinin kendisine karşı duyduğu saygı ve teşekkür hislerinin, hep akıl ve din sınırları içinde kalmasını sağlamıştır.''[17] Allah ile doğrudan irtibatı sağlayan ve hiçbir aracıya ve beşerî müdehaleye ihtiyaç bırakmayan bu saf ve katışıksız tevhid inancı müslümanların kalbinde taht kurmuştur. Bu gerçek tevhid anlayışı, tüm erkek ve kadınları Allah'ın huzurunda eşit bir konuma oturtmuş ve O'nunla irtibata geçmede eşit kılmıştır. Bu, insanlar arasında maddi zenginliğin veya sosyal statünün değil, bilakis, takvanın ve doğruluğun üstünlük vesilesi olarak kabul edilmesi anlayışını geliştirerek, İslam'ın eşitlikçi tabiatını şekillendirmeye yardımcı olmuştur. Dahası, O'nun getirdiği uluhiyet anlayışı, tevhid inancına dayalı tutarlı bir dünya görüşü ortaya koymak suretiyle, diğer dinleri ve Allah hakkındaki farklı uluhiyet anlayışlarını açıklayarak onların özünü bildirmiş veya onları tasfiye etmiştir. Bu, İslam'ın, kendisine mükemmel bir entelektüel cazibe kazandıran açıklayıcı gücü, İslâm'in uluhiyet ve yaratılış hakkındaki tüm varoluşsal sorulara cevap verebilme yeteneğidir. İslâm'in manevi cazibesine gelince... İslâm'ın, insanların zihninde ve yüreklerinde devam eden etkisinin ardındaki itici bir diğer güç de budur. Sonuç olarak, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in en büyük mucizesi (bkz: Bir sonraki makale: Peygamber Efendimiz [sav]'in Mucizeleri), Allah'ın insanlığa hitabı olan ve kıyamete kadar herkes tarafından ilk elden incelenebilecek olan Kur'ân-ı Kerim'dir.