Peygamberliğin delilleri hakkındaki makale serisinin ilki olan bu çalışmada, bütün nesillerin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e olan ihtiyacı, O’nun yaşadığı devirde dünyanın içinde bulunduğu şartlar ve yine O’nun gönderildiği dönemde İncil’de bahsi geçen son peygamberle ilgili müjdelerinin her tarafı kuşatmış olması değerlendirilerek, son peygamberin gönderilmesinin neden zaruri olduğu kanıtlanacaktır.
Bir sonraki yazıda; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in karakteri, mesajının ihtişamı, risaletinin meyveleri ve son olarak O’nun mucizeleri örneklerle açıklanacaktır.
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla…

Giriş: Yanan Bir Modern Dünya

Eşi benzeri görülmemiş bir kavganın ortasında uyanan bir insan hayal edelim. ‘Özgür düşüncesi’, zalimlere karşı intikam alma sırası geldiğinde, olgun bir şekilde davranmaya, affetmeye ve yapılanları unutmaya çalışıyor. Ancak bunu telafi etmek için asırlar boyu uğraşırken zorla yeraltına itiliyor ve muhalif olarak damgalanıyor. Böylece kendisini, mantık ve nefret arasında geçen şiddetli bir savaşın ortasında buluyor. Değer verdiği mantık ve almayı hak ettiği intikam arasındaki çarpışmayı hafifletmeye çalışıyor. Savaşın tozu dumanı dağıldığında, akıl ayırt etmeye çalışıyor: Acaba eleştirel ve tedbirli düşünmeyi koruyabilmiş miydi, yoksa savaş meydanına kana susamışlık mı hâkim olmuştu diye sorgularken bu sefer de paranoya ve karamsarlığın ağlarına takılıyor. Bazı önemli hadiseler zihne, entelektüellik ve ilerlemenin sonunda geldiğini, ancak gelirken de insanlık ve merhameti ayaklarının altında çiğnediğini fısıldıyor.    
Modern müşterek aklı kavuran böyle bir rekabet ortamında, doğruyu yerine getirmek ve sırat-ı müstakimden ayrılmamak için uğraşan insanların zihinleri bir yangına maruz kalmıştır ve imanın serinliğinden başka onların acılarını hafifletebilecek hiçbir şey de yoktur. Kesin bir bilgi, bir kişinin kendi gözleri önünde gün ışığı gibi ayan beyan ortaya çıkar ve o kimse buna tanık olursa, o zaman ancak iman ederek sakinleşebilir ve kimsenin müdahale edemediği bir iç huzur ile kaplanabilir. Bu makale, insanlığın bitmek bilmeyen peygamberlik ihtiyacını ve son peygamberliği zaruri bir ihtiyaç haline getiren hem tarihi verileri hem de Kutsal Kitap’taki müjdeleri vurgulamaktadır.
Delâili’n- Nübüvve (Peygamberliğin Delilleri) adlı eserin kaynakları Kur'an ve hadisler olmasına rağmen, bu konuyla ilgisi olan müstakil eserler mümkün olduğunca erken bir tarihte, milattan sonra 8. yüzyılın sonları ya da 9. yüzyılın başlarında yazılmıştır. İmam es-Subkî, Ebu Mansur el-Bağdâdî'nin (ö. 429 H) şöyle dediğini bizlere aktarmaktadır:
İmam Şâfiî (ö. 204 H / 820 M), peygamberliği tümden inkâr eden brahmanlara karşı peygamberliği kanıtlayan bir kitap telif etmiştir. Daha sonra peygamberlik hakkında yazan herkes bu kitabı esas almış ve hepsi onun tarzını izlemiştir.[1]
Bugüne kadar delâil konusunda, adları bugün dahi bilinen doksandan fazla eser bulunmaktadır; bunların en ünlüleri İmam Beyhakî'nin (ö. 458 H / 1066 M) Delâilu’n- Nübüvve'sidir. Bu müelliflerin amacı gayet açıktır: Müminlerin imanlarının artmasına vesile olmak, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğuna ilişkin şüpheleri ortadan kaldırmak ve bu bilgileri, O’nun peygamberliğinin gerçekliğini sorgulayan herkesin kolayca ulaşabileceği bir yerde derlemektir.
Bu eserlerin yazılmasındaki amacın, imanı arayan insanlara ulaşmak olduğunu biliyoruz.  Şu anda eğlence, hevâ ve heves çağında bulunduğumuz için dindar okuyucu sayısı oldukça azdır. Bu nedenle çağdaş zihnin ilgisini devam ettirebilmesi için mümkün olduğu kadar özlü bir şekilde anlatmaya çalışarak çalışmamıza geçiyoruz. Esasen bu, büyük oranda, Dr. Hatem al-Haj’ın ‘’O, Son Peygamberdi’’ (He Was The Final Prophet) adlı seminerinin bir uyarlamasıdır.[2]

Peygamberlere İmanın Ahlaki Gerekçeleri

Allah’ın gönderdiği tüm peygamberlere inanmak, imanın geçerli olması için gereken şartlardandır. Elbette Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) bu kuralın bir istisnası değildir.
Muhammed, sizden hiçbir erkeğin babası değildir; O, Allah’ın Rasulü’dür ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilir. (Ahzab 33/ 40)
1. Burada, Allah (cc)’ın koyduğu bir kanun vardır: Her kim O’nun sözlerine inanıyorsa, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in de O’nun elçisi olduğuna inanması gerekir. Veya tersinden söylemek gerekirse, her kim Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Allah’ın elçisi olduğunu inkâr ederse, O’nu elçi ilan edeni de yalanlamış olur.
2. Bu ayetten çıkarılan diğer bir sonuç da şudur: Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlerin sonuncusudur. Bunu reddetmek ise, onu tayin eden Zat’a (cc) inanmama ile aynı anlama gelir.
Son Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in elçiliğini kabul etmek, başka faydaları da beraberinde getirir. Bu kabul, imanı hiçe sayan bir insanın neden ‘sadece iyi bir insan’ olamayacağına dair mantıklı bir açıklama ortaya koymaktadır. Şüphesiz, merhamet ve adalet gibi insani değerler imandan bağımsız olarak övülmeye layıktır ve bu dünyada Allah’ın nimetlerinin celbine vesile olabilir. Bununla birlikte, daha geniş çerçeveden bakılırsa, ahirette kurtuluşu sağlayabilmesi açısından bir kimsenin Allah katında iyi olabilmesi için, Allah’ın mesajını (eğer kendisine ulaşmışsa) kabul etmesi gerekir. İyi olabilmek için gerekli bazı temel unsurlar vardır: Var olmak, sağlam irade sahibi olmak ve iyi bir fiilin icra edilebilmesi için çeşitli kabiliyetlere (uzuvların olması, malın olması vb.) sahip olmak gerekir. Bütün bu imkanlar Allah tarafından verildiği için, Allah’ı inkâr etmek, insanı bu iyiliği sahiplenmekten men eder. Çünkü bu; Allah’ın verdiği imkanlarla elde edilen iyilikleri, kendi imkanlarıyla yaptığını iddia etmek anlamına gelmektedir. İnsanlar, çok muhteşem bir eseri gördüklerinde ona karşı saygı ve hayranlık duymaktan kendilerini alamazlar, ancak bu eserin sahibinin kasıtlı bir şekilde intihal yaptığını fark ettiklerinde, bütün bu güzel duygular yerini hayal kırıklığına bırakmakta ve onların gözünde bu eseri değersizleştirmektedir. İnsanlar, bu tür intihalleri yalnızca utanç verici olarak görmemekte, aynı zamanda kınamakta ve hatta hakkında dava bile açmaktadırlar.
Peygamberlere iman etmeden ‘’iyi bir insan’’ olunamamasının bir başka nedeni ise, sadece peygamberlerin Allah’tan vahiy alabilmeleri ve bu vahiyler vesilesiyle iyiliği en ince ayrıntısına kadar sadece onların tanımlayabilmeleridir. Zaman zaman insanların, iyi niyetli olsalar dahi hayatlarını ölümcül hasara neden olabilecek ilke ve prensiplerle idame ettirebildikleri görülmektedir. Hatta neden oldukları bu hasarlar, kanser hastalığında olduğu gibi bazen telafi edilemeyecek boyuta gelene kadar fark edilemeyebilir. Bu insanlar, kendilerine ve topluma karşı işledikleri kötülüklerden, yaptıkları eziyetlerden habersiz bir şekilde, ‘’gerçekten iyi olmak’’ ve ‘’kimseye zarar vermemek’’ için çabalamış da olabilirler. Bu nedenle Allah (cc.) peygamberlerini, iyiliğin ne olduğunu tarif etmeleri ve insanlığı hem dar bakışlardan uzak tutmaları hem de bazı batıl anlayışlardan korumaları için göndermiştir.
Asla hatırınızdan çıkarmayın ki, içinizde (her meseleyi kendisine götürebileceğiniz bir merci olarak) Allah’ın Rasulü bulunuyor. (Ey kendi görüşlerinde ısrar eden ve harekete geçmek için fasığın haberini araştırma gereği duymayan mü’minler,) eğer o Rasul (kamuyu ilgilendiren) işlerin pek çoğunda size uymuş olsa, mutlaka başınız derde girer ve haliniz yaman olur. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsleyip bezedi; buna karşılık küfürden, işleyeni fasık yapan bütün davranışlardan ve isyandan ise sizi iğrendirdi. İşte bu sıfatları taşıyan mü’minlerdir ki, (inanç, düşünce ve davranışta) doğru yolda olanlar onlardır. (Hucurat 49/ 7)
Son olarak, Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri olmayıp tek olduğunu kabul etmek anlamına gelen tevhid inancını en üstün iyilik olarak tanımladığımızda, bunu Allah’ın elçileri olmaksızın bilmenin çok zor olacağı söylenebilir. Allah Teâlâ peygamberlerini göndermeseydi, insanlık Allah’ı tanıyamaz, O’nun cemalini ve azametini bilemez, isteklerini öğrenemez, va’d ve vaîdinden haberdar olamaz, yarattıklarının iyiliği için koyduğu kanunları idrak edemezdi.
İnsanlığın peygamberlere olan ihtiyacını anlamak için, Allah’ın Hz. Nuh’u (aleyhisselam) göndermeden önce dünyanın içinde bulunduğu kasvetli durumu düşünebilir ya da Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i göndermeden önce insanlığı boğan karanlığı ve cehaleti tasavvur edebiliriz.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah (azze ve celle) dünya ehline baktı ve onlara buğz etti. Kitap ehlinden arta kalanlar hariç, onları Arap ve Acem diye ayırdı. Allahu Teâlâ buyurdu ki: “(Ey Rasulüm) Seni imtihan etmek ve seninle başkalarını imtihan etmek için seni gönderdim. Sana su ile yıkanamayacak bir kitap verdim…[3]
O’nun bi’setinden önce, her yer karanlıklarla kaplıydı. Roma kolezyumlarında aslanlar mahkumlara saldırırken, gladyatörler gaddarca birbirlerini keserlerken onları alkışlayan yığınlar vardı ve tüm bunlar onlara göre tamamen normaldi. İran’da imparatorluk ailesi dahi ensest ilişkiler içerisindeydi, özel mülkiyet hakkı Mazdek’in ahlak kuralları[4] tarafından tehdit altındaydı ve bu felaketler, art arda gelen dalgalar halinde halkı kırıp geçirmişti. Hindistan'da kast sisteminin en alt tabakasında bulunan insanlar, kemirgenler ve haşereler ile eş değer tutuluyordu, hatta belki onlardan dahi aşağıda görülüyordu. Arabistan'da küçük kızını canlı canlı toprağa gömmeyi hazmedebilecek taş kalplileri bulmak hiç de zor değildi. Hıristiyanlıkta, İsa Mesih'in kimliği hakkındaki gizem galebe çalmış ve bir kısım kimseler O’nu, Allah'ın, insan bedeninde tecessüm etmiş hâli olarak tanımlarken diğer bir grup ise O’nu, sözde nikahsız doğmuş sahte bir davetçi olarak tanımlamışlardı. Doğu dinlerinde insanlar ateşe, suya, silahlara ve cinsel organa tapıyorlardı. Toplumun her tabakasında, kadınların bir ruha sahip olmadıkları ya da erkeklere hizmet etmeleri için kendilerine daha az ruh verildiği düşüncesi hakimdi. Hatta arkadaşları ile eğlenmek için kumar oynayan bir erkeğin kadını kumarda rehin verebileceği, ya da erkeğin cenazesinde kadının onunla beraber diri bir şekilde yakılabileceği düşünülüyordu. Az sayıda insan doğumdan sonra hayatta kalabilir ve daha da azı yetişkinlik çağına erişebilirdi. Kölelik sisteminde doğan bu insanlar dünyada mahkûm gibi yaşıyorlardı ve o tarihsel dönemin önemli medeniyetlerinde kölelerin oranı bazen genel nüfusun %75'ini aşmaktaydı.[5]
Dünyadaki durum böyle olmasına rağmen, Allah bu gezegendeki insanlara nasıl bir ümit işareti sunmazdı ki? O sırrına erişilemez, çok merhametli ve yüce Allah, herhangi bir müdahalede bulunmadan insanları kendi halinde mi bırakırdı? Esasen Rahman, onları terk etmez, dünyaya rahmet elini uzatır ve orayı bir kez daha aydınlığa kavuştururdu.
…Fakat Allah, takdir buyurmuş olduğu bir işi icra etmek için sizi bu şekilde buluşturdu ki, her şey apaçık cereyan etsin de helâk olan, (bâtıla uymakla helâki hak ettiğini gösteren) açık bir delile göre helâk olsun; (hakka tâbi olmakla) hayatta kalmayı, ebedî hayat ve kurtuluşu hak eden de açık bir delile göre hak etsin. (Enfal 8/ 42)
İman ettikleri halde sonradan inkâr etmeye karar verenler, kendilerini başarısızlığa uğratmayı tercih ettikleri halde Allah, Hz. Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)’i insanları başarısızlığa uğratsın diye göndermemiştir.
        

Kanıtların Çokluğu, Çeşitliliği ve Berraklığı

Peygamberlik, refah ve kurtuluş için gerekli olduğundan dolayı, onun delilleri, gelişi güzel sıralamanın ötesinde bir öneme sahiptir. Allah Teala, Hz. Musa'ya dokuz mucize vermiştir; Bunlardan bazıları, büyücülerin yaptıkları sihirlere meydan okumak içindir. Çünkü o dönemde insanlar, diktatörlerin üstün güç iddialarına maruz kalmışlardı. Hz. İsa (aleyhisselam) döneminde insanlar kendi ‘’tıp uzmanlıkları’’ ve hastaların iyileştirilmesi konusundaki ihtisasları nedeniyle çok büyük bir gurur içerisinde iken Allah (cc), Hz. İsa’yı, tedavi edilmesi mümkün olmayan hastaları iyileştirebilecek mucizelerle donatmıştı. Allah (cc) kendi merhametinden ötürü her peygamberini, kendi dönemi ile bağlantılı olacak mucizeler ile göndermiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i pek çok sayıda delil ve mucize ile müeyyed kılmıştır. Çünkü O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti ve O’nun mucizeleri de hem kendi zamanı ile hem de gelecek tüm zamanlar ile alakalı olmalıydı.
Delillerin çeşitli olması; bütün zamanlar, mekânlar, kültürler ve zihniyetler ile ilişkili olması demektir. Efendimizin zamanında pek çokları, sadece O’nun yüzüne bakarak islamı kabul etmişlerdir. Abdullah Bin Selâm (ra), “Rasûlullah’ın yüzünü görünce anladım ki, onun yüzü yalancı yüzü değildir.” demiştir.[6] Bir başkası ise Allah Rasulü’nden, islâmi değerler hakkında birkaç kısa açıklama duyduktan hemen sonra kesin kanaat getirmiş ve iman etmiştir. Tufeyl Bin Amr (ra): "Bundan daha üstün veya daha dengeli hiçbir şey duymadım" demiştir.[7] Diğerleri ise, dürüstlüğü ile bilinmesi esasına dayanarak O’nun peygamberliğini kabul etmişlerdir. Kureyşliler, O’nunla 40 yıl yaşadıktan sonra, ‘’Daha önce senden hiçbir yalan duymadık’’ demişlerdir.[8] Diğerleri, mucizelere tanık olduktan sonra, sıradan bir şeyin bu şaşırtıcı olayları açıklayamayacağını anlamışlar ve iman etmişlerdir. Bu kadar çeşitli sayıda delil ile gönderilen Allah Rasulü’ne herkes iman edebilir. Himalayalar'da bir göçebe çoban, kendi laboratuvarında çalışan bir sinirbilimci, fildişi kule filozofu, pragmatik hayırsever, New York ve Şangay'ın gökdelenlerinin altındaki uğultulu kalabalıklar ve Amazon yağmur ormanlarındaki muz bahçelerinde çalışan işçiler, kesin bir şekilde iman etmek için herhangi bir yolu tercih edebilirler.
Allah (cc), Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kanıtlayan delilleri berrak ve kolay anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece samimi bir şekilde O’nu arayan herkes doğruca O’na ulaşabilir. Maddî tutkularını saplantı haline getiren, kendilerini yaratan Yüce Allah ile irtibatlarından daha ziyade, içinde bulundukları sosyal çevre ile olan ilişkilerine değer veren ve kendilerini beğenmeleri nedeniyle düşüncelerindeki kusurları göremeyenlere gelince, onlar yalnızca belli belirsiz bir kanaate sahip olabilirler. Bunun gibi hadiselerin pek çoğunda, geçersiz mazeretleri kendileri tarafından dahi fark edilmeyebilir; insanlar sadece kendi seslerinin yankı yaptığı ve kendi suretlerinin göründüğü aynalı odalara kendilerini kilitleyebilir, böylece vicdanlarını susturabilir ve gün gibi aşikâr olanı inkâr suçunu bastırmaya çalışabilirler. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
Öyle ki, (Zikr’in Kelâmımız olduğuna mucizevî bir delil olarak) üzerlerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarılara çıksalar bile, hiç şüpheniz olmasın ki, “Bu bir gözbağcılığı, gözlerimiz bağlandı; daha doğrusu bize büyü yapıldı!” derler. (Hicr 15/ 14- 15)

Peygamberliğin Gerekli Olduğuna Dair Tarihsel Deliller

Kutsal kitap metinlerinde uzman olan ve Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden önceki dünya koşullarını inceleyen herkes, Yüce Allah'ın bir elçi gönderdiği sonucuna varacaktır. Bunun temelde iki nedeni vardır: İnsanlar, geleceği haber verilen son peygamberi bekliyorlardı ve merhamet sahibi Allah, dünyadaki vahşetin daha fazla devam etmesine izin vermemişti.
Kutsal Kitap’taki Müjdeler
Bu gerçeği İsrail Oğulları âlimlerinin bilmesi, o müşrikler için yeterli bir delil teşkil etmez mi? (Şuara 26/ 197)
Son Peygamber, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yaşamış bazı kimseler düşmanlık ve önyargı nedeniyle, bazıları da henüz bilgilendirilmedikleri için O’nu reddetmiş olsalar da Abdullah Bin Selam gibi Tevrat’ta uzman olanlar İslam'ı hızlı bir şekilde kabul etmişlerdir. Bu, Allah’ın Kureyş'e gösterdiği delillerden biriydi. Çünkü Arapların çoğunun okuma yazması yoktu, kendilerine herhangi bir kitap gönderilmemişti ve Yahudiler, Kitap Ehli oldukları için, Araplardan üstün bir konumda idiler.
Bu kitap ehli, Allah (cc)’ın Hz. İsmail’i takdis edeceği ve özellikle O’nun soyunu mübarek kılacağına dair Allah’ın vaadini biliyorlardı. Köle bir kadından doğmanın O’nu küçük düşüreceğine hiçbir zaman inanmadılar ve Hz. İbrahim’in ilk oğlunun buna daha çok hakkının olduğunu biliyorlardı. (İslam inancına göre iki oğlundan yalnızca birinin buna hakkı olabilirdi ki bu mesele bizim konumuzun dışındadır.) Daha sonra bozulmasına rağmen, Yahudi ve Hıristiyan geleneğine göre Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in peygamberliğinin açık bir delili olmaya bugün bile devam etmektedir. Bunlardan birkaç örneği aşağıda zikredeceğiz.

Büyük Ulus

‘’Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım, çünkü o da senin soyun.” İbrahim sabah erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tulum da su hazırlayıp Hacer’in omuzuna attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. Hacer Beer-Şeva Çölü’ne gitti, orada bir süre dolaştı. Tulumdaki su tükenince, oğlunu bir çalının altına bıraktı. Yaklaşık bir ok atımı uzaklaşıp, “Oğlumun ölümünü görmeyeyim” diyerek onun karşısına oturup hıçkıra hıçkıra ağladı. Tanrı çocuğun sesini duydu. Tanrı’nın meleği göklerden Hacer’e, “Nen var, Hacer?” diye seslendi, “Korkma! Çünkü Tanrı çocuğun sesini duydu. Kalk, oğlunu kaldır, elini tut. Onu büyük bir ulus yapacağım. [Yaratılış 21/ 13- 18]
Kutsal Kitap terminolojisinde "büyük ulus", müşriklerin veya putperestlerin ulusu asla olamaz. Bunu göz önünde bulundurursak, Hz. İsmail’in soyu ne zaman tek ve gerçek ilaha kulluk eden büyük bir ulus haline gelmiştir? Bu hadise, Hz. Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)'den önce hiç kimsenin eliyle gerçekleşmiş değildi. Bazıları bunun Sina'da gerçekleştiğini iddia etmişlerdir, ancak bu tamamen mantıksızdır. Çünkü Arapların, soylarını Hz. İsmail'e kadar takip ettikleri ve bu soy ağacı bilgisini daima korudukları bilinmektedir. Hiç kimse bu geçmişi inkâr etmemekle beraber yine hiç kimse Sina’da Hz. İsmail’in soyunun yaşadığını belgeleyememiştir. Arapların soylarının Hz. İsmail’de birleşmesinin tamamen hatalı bir bilgi olduğu ve Sina’da büyük bir ulusun doğup büyüdüğü, ancak sonradan bir şekilde ortadan kaybolduğu ve bu insanlar hakkında kimsenin bilgisinin olmadığı tezi ise epey tutarsız görünmektedir. Bu tarihi gerçeklerle birlikte; Tevrat’ta (Hz. İbrahim’in İsmail’i bıraktığı yer olan) Faran’ın, Kudüs’ün güneyindeki bir çöl olduğuna dair açıklamaları da göz önünde bulundurduğumuzda, Faran’ın Mekke olması gerektiği daha da netleşmektedir. Dolayısıyla hem tarihi gerçekler hem de Tevrat metinleri, Mekke’lilerin Hz. İsmail'in torunları oldukları, annesinin kendisine Mısır'dan bir eş getirdiği ve onun çocuklarının Mısır'ın Sina kentinde ikamet etmedikleri konusunda ittifak etmektedir.

Zemzem ve Yeni Bir Şehrin Doğuşu

Sonra Tanrı Hacer’in gözlerini açtı, Hacer bir kuyu gördü. Gidip tulumunu doldurdu, oğluna içirdi. Çocuk büyürken Tanrı onunlaydı. Çocuk çölde yaşadı ve okçu oldu. Faran Çölü’nde yaşarken annesi ona Mısırlı bir kadın aldı. [Yaratılış 21/ 19- 21]
Dünyanın bilinen en eski su kaynağı olan Zemzem kuyusu Mekke’de bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'den önce iki bin yılı düşünelim ve en az son 1500 yıldır sadece hac ve umre niyetiyle Mekke’ye gelen milyonlarca ziyaretçiyi ele alalım. Hâlâ hepsi litrelerce zemzem suyu ile evlerine dönmektedirler.
Bunun yanında, zemzem suyu kesintisiz yirmi dört saat boyunca Kuba’ya ve Medine'deki Mescid-i Nebevî’ye nakledilmektedir. Mekke halkı, düzenli bir şekilde Zemzem’den istifade edebilmek için evlerine su depoları yerleştirmektedirler. Bu nedenle Zemzem, kuşkusuz Hz. Hâcer ve Hz. İsmail'in ev sahipliğini yaptığı mübarek bir kuyudur ve bu şehrin gelişmesi için Allah tarafından yerleştirilen bir ilk tuğla hükmündedir.

Faran’dan Parlayan Işık

Tanrı adamı Musa, ölümünden önce İsrailliler’i kutsadı. Şöyle dedi: ‘’Rab, Sina Dağı’ndan geldi, halkına Seir’den doğdu. Ve Faran Dağı’ndan parladı. On binlerce kutsalıyla birlikte geldi, sağ elinde halkı için alev alev yanan ateş vardı.’’ [Yasanın Tekrarı 33 /1- 2]
Mısır’da bulunan Sina, Hz. Musa'ya (as) ve Tevrat'a açık bir referans iken, Filistin’de bulunan Seir ise Hz. İsa’ya (as) ve İncil'e bir işarettir. Üçüncü işaretin ise son peygamber Hz. Muhammed (sallalhu aleyhi ve sellem) ‘e ve Kuran'a ait olduğunu kabul etmeyi reddedersek, Sina ve Kudüs'ün yanında zikredilmesi uygun düşen başka bir önemli olaydan mahrum kalmış oluruz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), risaletinin zirvesinde, 10.000 sahabi ile birlikte Faran'a (Mekke) geri dönmüş ve bu toprakları yeniden sadece tek ve gerçek ilah olan Allah’a ibadet edilen bir mekâna çevirmiştir. Hz. İbrahim (as) tarafından inşa edilen bu bina ve etrafı, şirkten ve putperestlikten tamamen arınmış ve Allah’ın nuru yeniden parlamıştır.

Kedar’ın Yaşadığı Yer

“İşte kendisine destek olduğum, gönlümün hoşnut olduğu seçtiğim kulum! Ruhum’u onun üzerine koydum. Adaleti uluslara ulaştıracak. Bağırıp çağırmayacak, sokakta sesini yükseltmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak, tüten fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak. Yeryüzünde adaleti sağlayana dek umudunu, cesaretini yitirmeyecek. Kıyı halkları onun yasasına umut bağlayacak.”[9] …  Ey denizlere açılanlar ve denizlerdeki her şey, kıyılar ve kıyı halkları, Rabb’e yeni bir ilahi söyleyin, dünyanın dört bucağından O’nu ezgilerle övün. Bozkır ve bozkırdaki kentler, Kedar köylerinde yaşayan halk sesini yükseltsin. Sela’da oturanlar sevinçle haykırsın, bağırsın dağların doruklarından. Hepsi Rabb’i onurlandırsın, kıyı halkları O’nu övsün. Rabb’in yardım sözü yiğit gibi çıkagelecek. Rab, Savaşçı gibi gayrete gelecek. Bağırıp savaş çığlığı atacak, düşmanlarına üstünlüğünü gösterecek. [Yeşeya 42 /1- 13]
Yeşaya'daki bu kul Hz. İsa (as) olamaz. Çünkü hem Hıristiyanlığın hem de İslam’ın kabul ettiğine göre, Hz. İsa (as)’ın bir avuç havarisi adaleti infaz etme gücüne sahip olmadıkları için milletlere adaleti getiremeden yükselişini tamamlamıştır. Bu kul, Sina çölünde vefat eden Hz. Musa (as) da olamaz ki O’nun halkı sürekli direnerek peygamberlerini huzursuz etmişlerdir. İlginç bir biçimde Kutsal Kitap Kedar'ı, Hz. İsmail'in ilk doğan çocuğu[10] olarak tanımlamaktadır. İncil, en çok hak sahibi olanın ilk oğul olduğunu ifade etmektedir. Tüm bu gerçekler, Kedar'ın yerleşim yerinin Mekke'den başka hiçbir yere uygun düşmediğini ve hem "Allah’ın adaletini" emretmek için yeterli gücü elde eden hem de Hz. İsmail'in soyundan gelen kişinin Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)‘den başka hiç kimseye uygun düşmediğini gizlemek isteyen birisi için ızdırap veren bir problem haline gelmektedir. Allah Teala’nın ayetlerinde buyurduğu gibi onlar, bu kadar göz kamaştırıcı gerçekleri gizli tutmaya çalışıyorlardı:
Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, o Rasûl’ü (kıblesinin neresi olacağı dahil, bütün hususiyetleriyle) öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir grup, bu hakikatı bile bile gizlemektedir. [Bakara 2/ 146]

Yuhanna ve Hz. Peygamber

Yahudi yetkililer Yahya’ya, “Sen kimsin?” diye sormak üzere Yeruşalim’den kâhinlerle Levililer’i gönderdikleri zaman Yahya’nın tanıklığı şöyle oldu –açıkça konuştu, inkâr etmedi– “Ben Mesih değilim” diye açıkça konuştu. Onlar da kendisine, “Öyleyse sen kimsin? İlyas mısın?” diye sordular. O da “Değilim” dedi. “Sen beklediğimiz peygamber misin?” sorusuna, “Hayır” yanıtını verdi. [Yuhanna 1/ 19- 21]
İsa ya da İlyas olmayan ‘’o peygamber’’ kimdir? Adının açıkça belirtilmesine bile ihtiyaç duyulmayan, hüviyeti herkes tarafından bilinen ve geleceği haber verildiği için herkes tarafından beklenen ‘’bu peygamber’’ kimdir? Bu pasaj, en azından insanların sadece yeni bir peygamber beklemediklerini, fakat mükemmel ve benzersiz bir şey beklediklerini de ima etmektedir. Gerçekten de insanlar, en büyük peygamberi ve peygamberlik müessesesinin nihayete ermesini; insanların Allah’a doğru giden yollarını son bir defa ve kalıcı olarak aydınlatabilecek birini bekliyorlardı. Ama bu kişi nereden gelecekti?
Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. [Yasanın Tekrarı 18/ 18]
Yuhanna’ya sormuş oldukları peygamber, kendi aralarından (İsrail oğullarından) değil, onların kardeşleri arasından (Hz. İsmail’in soyundan) idi. Kutsal Kitap’ın yeni uluslararası versiyonunda ise ‘’kardeşleri arasından’’ ifadesine ‘’İsrail oğulları içinden’’ ifadesi eklenmiştir, ancak bu çok güncel bir değişikliktir. Ya belirli bir mesajın saklanması için günümüzde sürekli devam eden bir çalışmanın neticesi veya doğru bir şekilde tercüme edebilmek için her zaman doğaçlamaya başvuran bir heyetin tercihi olarak değerlendirilebilir. İkincisi, Hz. İsmail (as)’ın soyundan, hatta tüm insanlığın soyundan Efendimiz Hz. Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem) dışında Hz. Musa’ya daha çok benzeyen bir kimse yoktur.[11] Üçüncüsü, Hz. Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem) dışında, sahabilerine yorulmadan Allah’ın kelamını öğreten başka biri yoktur ki O’nun dudaklarından dökülen tek bir kelime dahi hiçbir zaman kendi hevasından değildi.
Batmaya yöneldiği zaman yıldıza andolsun ki, Arkadaşınız (Muhammed) ne yanıldı ve doğru yoldan saptı, ne de aldanıp yanlış bir yol tuttu.  O, asla heva ve hevesinden konuşmaz; O’nun (Din adına) size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Necm 53 /1- 4)

Hz. İsa ve ‘’Yardımcı’’

Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. … Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. [Yuhanna 16 /7- 13]
Madem ki Kutsal Ruh her zaman Hz. İsa ile beraberdi, öyleyse kendisi ayrılmadan gelemeyecek olan ‘’Yardımcı’’, Kutsal Ruh olamazdı. Burada Hz. İsa, Pavlus’u ya da papalığı ima etmiş de olamazdı çünkü onlar yasaları tamamlamak yerine ondan uzak kaldılar ve sema ile iletişim kurduklarına dair bir delil gösteremediler.
Sadece Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi işittiği vahyi sahabilerine öğretmiş ve ileride meydana gelecek hadiseleri önceden kesin bir şekilde haber vermiştir.[12] Bütün hakikatler hakkında kesin bir rehberlik ortaya koymuş ve insanlığa gönderilen ilahî kanunları tamamlamıştır. Mükemmel bir metaforda Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliği, insanların korkuyla izlediği muhteşem bir binaya benzetiyor: Bir adet tuğla kaybolmuş, boşluğun kapatılması ve binanın ihtişamının tamamlanması için yerleştirilmesi gereken o tuğla eksik kalmıştır. Ardından bu hadiseyi şöyle değerlendirmiştir: ''Ben, o tuğlayım; ben, peygamberlerin mührüyüm.''[13]
Kabe’nin İnşası
Kutsal kitaplar bir yana, sadece Arabistan’daki dini değerleri düşünelim. Araplar arasında Hz. İbrahim en büyük ata olarak kabul ediliyordu ve ona çok büyük değer atfetmişlerdi. Bu nedenle O’nun Mekke’de inşa etmiş olduğu Beytullah’ı (Kâbe’yi) ziyaret ediyorlar ve O’na olan bağlılıklarını ortaya koyuyorlardı. Her ne kadar putperest olsalar da bu müşrikler Mekke’nin kutsal bir şehir olduğunu kabul ediyorlar ve Allah’ın oraya hürmet edilmesini istediğini düşünüyorlardı. Kendilerini bu mirasın varisleri olarak gördükleri için Hz. İbrahim'in inşa ettiği Kabe’ye saygı göstermeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Allah (cc) başka hangi nedenle, Hz. İbrahim’den yeni doğmuş çocuğunu Hz. Hacer ile birlikte hususi bir yere, verimsiz bir çöl toprağına terk etmesini emretmiş olabilirdi ki? Arapların dünya görüşünün temelinde yatan değerleri göz önünde bulundurursak, Allah'ın (cc) Hz. İbrahim'i, Kabe’yi inşa etmesi için göndermesi, onun altında mübarek bir kuyu meydana getirmesi, bu nedenle büyük bir ulus oluşturması ve onu işgallerden koruması sadece ve sadece o mekânın putlarla çevrili olması ve ahlaksızlıkların merkezi haline gelmesi için olsaydı ne kadar akıl almaz olurdu. Öyleyse o zamanlar insanların, bir şeylerin gerçekleşmek üzere olduğundan ve dünyanın tam da bu bölgesinde bütün manzarayı değiştirecek önemli hadiselerin çok yakında gerçekleşeceğinden bu kadar emin olmaları hiç de sürpriz değildir.
Bir sonraki yazıda, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kişiliğinin, peygamberliğinin nasıl parlak bir delili olduğunu; O’nunla tanışma şerefine nail olanları ve daha sonra O’nun mübarek hayatı hakkında araştırma yapan kişileri inceleyeceğiz.

[1] Tabakâtu’ş-Şâfiiyye: 5/ 146. 

[2] Dr. Hatem el-Haj, pratisyen tıp doktoru olmasının yanı sıra el-Cinan Üniversitesi'nde (Trablus, Lübnan) İslam Hukuku alanında doktora yapmaktadır. Amerika Müslüman Hukukçular Cemiyeti’nin (Assembly of Muslim Jurists of America) kurucu üyesi olup birkaç kitap ve makale yazarıdır.

[3] Müslim, Cennet, 76.

[4] Robert C. Solomon, Kathleen M. Higgins, From Africa to Zen: An Invitation to World Philosophy, s. 157, Rowman and Littlefield Yayıncılık, 2003.

[5] Bakınız: Niall McKeown, The Invention of Ancient Slavery, s. 115, Bristol Classical Yayınevi, 2007.

[6] Tirmizi, 2/79; İbn Mace, 1334, 3251; Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/ 451.                                      

[7] İbn Hişam, Sîre, 1/ 382- 383.

[8] Buhari, Tefsir, Tebbet, 1- 5.

[9] Buhari, Büyu, 50; bu kaynakta yer alan hadiste, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahabilerinden olan Amr bin As (ra)’dan sahih olarak rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vasıflarının Tevrat’ta nasıl yer aldığını şöyle nakletmiştir:         

‘’Sen benim kulum ve elçimsin. Ben seni mütevekkil diye isimlendirdim. O, ne katı kalpli, ne de kaba biri değildir. Çarşı pazarda rastgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder, bağışlar. Allah, bozulmuş dini onunla tam olarak ikâme etmeden onunla kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabzetmez.’’

[10] “Doğum sırasına göre İsmail’in oğullarının adları şunlardır: İlk oğlu Nevayot. Sonra Kedar, Adbeel, Mivsam.” [Yaratılış: 25/ 13] Bkz: [1. Tarihler: 1/ 29].                                                     

[11] Hem Hz. Musa (as) hem de Hz. Muhammed (sav), iki ebeveynden doğmuş peygamberlerdi, her ikisi de hem evli hem de çocuk sahibi, her ikisi de yeni ve geniş kapsamlı bir hukuk sistemiyle geldi, her ikisi de zulümle karşı karşıya kalmışlardı ve böylece kendi ülkelerinden başka yerlere hicret ettiler, sonra zalimleri bozguna uğratmak için geri döndüler ve her ikisinin de doğal bir vefatı ve defni vardır.

[12] Peygamberliğin Delilleri serisinin ayrı bir çalışması, kehanetleri ve mucizeleri vurgulamaktadır.

[13] Buhari ve Müslim.

Yasal Uyarı: Bu bildiri ve makalelerde ifade edilen görüş ve düşünceler, tamamen yazarlarına aittir. Ayrıca, yazarların herhangi bir platformda ifade ettikleri kişisel görüşleri, Yaqeen Enstitüsü'nü bağlamaz. Ekibimiz her açıdan çok donanımlıdır 
yaptığımız araştırmaların kalitesini arttırmaya yardımcı olacak kesintisiz ve zenginleştirici diyaloglara izin verir.
Tüm hakları mahfuzdur. Yaqeen İslam Araştırmaları Enstitüsü'nün izni olmadan kullanılamaz.