Cihadın İslam’daki temel anlamı şiddet içermeyen modern uluslararası normlar ile uyumluluk göstermektedir. Kur’an ve sünnet Müslümanlara kendilerini saldırılardan koruma hakkı vermektedir fakat aynı zamanda savaşın amacını da güvenliği sağlamak, özgürlükleri elde etmek ve insan haklarını korumak gibi durumlarla sınırlamıştır.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Uluslararası adil-savaş teorisi 1945’te Birleşmiş Milletler Anlaşması imzalandıktan ve  1949’da Cenevre Sözleşmesi yapıldıktan sonra daha da belirginleşmiştir. Sözleşmenin ikinci maddesi şöyle der:
Tüm  üyeler, uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını, uluslararası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde, barışçı yollarla çözerler.[1]
Bu makalede devletlerin, sorunları çözmenin tüm yolları tüketmiş olmalarının sonundan başka çözüm yolu kalmamışsa başvuracakları jus ad bellum (“adalet için savaş”) kavramı kullanılmıştır. Yine de bu sözleşme 51. Maddede geçtiği gibi, devletlerin saldırılara karşı kendilerini savunma hakkını reddetmez:
Bu antlaşmanın hiçbir hükmü Birleşmiş Milletler  üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış̧ ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu  üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez.[2] 
Sözleşme 1945 yılında Mısır, Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir kısım Müslüman devlet tarafından onaylanmıştır.[3] 57 Müslüman ülkenin bir araya gelerek 1969’da İslam İşbirliği Teşkilatı’nı (İİT) (ilk ismi İslam Konferansı Örgütü) kurmalarına kadar başka Müslüman ülkeler de buna dahil olmuştur. İİT üye ülkeleri Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin amaç ve kurallarına bağlı kalacaklarına dair söz vermişlerdir. Bu söz aynı zamanda uluslararası arenada yaşanacak olan fikir ayrılıklarında adil-savaş teorisine bağlılığı da içerir.[4] 
Sözleşmenin onaylanması, savaş kuralları konusunda neredeyse tüm dini gruplar ve felsefi düşünceler için ortak insani değerleri oluşturduğundan, insanlık tarihi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. O zaman, Müslüman nüfus ağırlıklı ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan insanlar sözleşmenin kuralları ile adil-savaş teorisinin İslam’daki karşıtlığı olan cihad kavramı arasında herhangi bir anlaşmazlık hissetmemişlerdir.
Fakat Batıda bazı yerlerde İslam’a karşı olan kesimler, geleneksel İslam ile modern değerler arasındaki bu önemli bağlantıyı anlamada yetersiz kalmışlardır. Yüzyıllardan beri gelen bir önyargıdan dolayı Batıdaki bazı oryantalist bilim adamları, İslam’ı özünde genişleme politikası üzerine kurulmuş ve savaşın en son çare olarak görülmesine karşı çıktığını söylemişlerdir. Bu yanlış algı, Oryantalistlerin kutsal metinleri ve yasal argümanları ele alarak yaptığı gibi bugünkü aşırı dinciler tarafından da desteklenmektedir. Sonuç olarak Batı toplumlarında yaşayan sıradan Müslüman vatandaşlar yabancı olarak ele alınmakta ve bir ulusa bağlı olmaksızın yıkıcı bir siyasi hareketin üyeleri olarak düşünülmektedir. Bu tür olumsuz ön yargılar, nefret suçu ve devletler tarafından desteklenen ayrımcılık politikalarıyla sonuçlanmıştır.
“Bazı ilim adamları İslam’ı savaşı son çare olarak görmeyen saldırgan bir din olarak göstermektedir.”
Aksine İslam’ın temel metinleri olan Kur’an ve Sünnet, adil savaşın kurallarını bir kaç farklı şekilde ele almışlardır. Allah’ın izniyle, yapacağımız analiz  bu temel kuralların Peygamber (s.a.v.) tarafından bizzat oluşturulduğunu ve İslam tarihi boyunca da günümüze kadar uygulandığını gösterecektir.
Kur’an ve Sünnette Adil Savaş
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk vahyi Mekke’de almış ve oradaki insanların tahammülsüz davranışları sonucu kendisi ve inananlarıyla beraber Yesrib’e (Daha sonra Medine olarak geçmektedir) hicret etmek zorunda kaldıkları zamana kadar İslam’ın mesajını Mekkelilere 13 yıl boyunca aktarmıştır. Mekke dışına çıkmış olmalarına rağmen, Kureyş’in önce gelenleri başta olmak üzere  Mekkeliler yeni kurulan dini topluluğu yok etmek için kendi aralarında söz vermişlerdi.
Bu çerçevede savaştan bahseden ilk ayetler nazil olmuştur:
Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. O müminler ki tamamen haksız yere, sırf "Rabbimiz Allah’tır!" dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı. Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğer bir kısmı ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çok anıldığı mescidler yıkılır giderdi. Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir.[5] 
Klasik yorumcu Kurtubi’ye göre (d. 1273) bu ayet savaş hakkında indirilen ilk ayettir.[6] Bu ayet, bireylere ve devletlere kendi haklarını koruma hususunda izin vermektedir. Daha da ötesi, ayette geçen “manastırlar, kiliseler, havralar” kelimeleri, kendini koruma hususunun İslam’a has bir hak olmadığını, bunun diğer din ve felsefi düşünceleri de kapsayıcı evrensel bir kural olduğunu belirtir. Haklı olan savaşın temel amacı başka dinleri yok etmek değil, saldırganlığı püskürtmek ve insan haklarını korumaktır.
“ Haklı savaş dinleri yok etmek için değil insan haklarını korumak için vardır.”
Medine döneminin ilk zamanlarında nazil olan bir başka ayet bu kuralı pekiştirir:
Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.[7] 
“Allah haddi aşanları sevmez.”
Bazı alanında söz sahibi kişiler bu ayetin savaş hakkında inen ilk ayet olduğunu söyler.[8] Her iki ayette de savaş koruma amacıyla sınırlandırılmıştır. “Haddi aşmayın” kelimesi hem adil savaşı hem de sivilleri ve düşman olmayanları koruyan savaş hukukunu (savaşta adalet) kapsamaktadır.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yeğeni ve aynı zamanda Kur’an’ı yorumlayanlardan ilklerden olan Abdullah ibn-i Abbas bu ayeti barışçıl insanlara karşı saldırganlığı yasaklayan bir kural olarak yorumlamıştır:
Kadınları, çocukları, yaşlı insanları, ya da size barışçıl bir şekilde gelip savaşmak istemediklerini söyleyenleri öldürmeyin. Eğer böyle yapmazsanız haddi aşmış olursunuz.[9] 
“Kadınları, çocukları, yaşlı insanları, ya da size barışçıl bir şekilde gelip savaşmak istemediklerini söyleyenleri öldürmeyin”
Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz (d. 720), bu şekilde korunan insanları günümüzde isimlendirdiğimiz “siviller” şeklinde yorumlamıştır:
Kadınları, çocukları ve size karşı savaşmayanları öldürmek suretiyle haddi aşmayın[10]
Klasik yorumculardan Beydavi (d. 1286) diğer yanlış hareketlerin yanında, düşmanlık başlatmayı yasaklanmış bir haddi aşma olarak yorumlamıştır:
Savaşı başlatarak, barış anlaşmasıyla korunan kesimlerle savaşarak, İslam’a girmeleri konusunda hiç davet almamış kimselerle savaşarak ya da öldürülmesi kesinlikle yasaklanmış herhangi birini sakatlayarak ya da öldürerek haddi aşmayın.[11] 
Peygamber (s.a.v.) bir çok yerde günahkarların en kötüsünün düşmanlığı başlatanlar olduğunu belirtmiştir:
Gerçekten Allah katında en zalim insan kendisiyle savaşmayan insanları öldürendir.[12] 
“Allah katında en zalim insan kendisiyle savaşmayan insanları öldürendir”
Daha da ötesi, Peygamber (s.a.v.) Müslümanları düşmanla savaşma konusunda istekli olmamaları konusunda uyarmış ve yasaklamıştır:
Savaşta düşmanla karşılaşmayı istemeyin fakat eğer karşılaşırsınız bu durumda sabredin.[13] 
Saldırganlığı yasaklayan diğer söylemlerin aksine burada konu kalplerin derinlerine kadar gitmektedir; Bir Müslümanın düşmanına karşı şiddetli bir misillemeyi bile düşünmeye izni yoktur.
Bu çerçevede Peygamber (s.a.v.) Müslüman bir ordunun komutanını kılıçtan ziyade bir “kalkan” şeklinde görmektedir:
Gerçekten bir komutan savaştığı insanlardan emri altındakileri korur. Eğer Allah’tan korkmayı ve adaleti emrederse, buna karşı bir mükafat alır. Eğer başka bir şey emrederse, bu durum onun aleyhine olur.[14] 
Bu savuna imgesi İslam’da düzenli ordunun gerçek amacını Müslümanlara anlatması açısından önemlidir. Cihad aslında fetihten ziyade bir savunma mekanizmasıdır.
“Cihad aslında fetihten ziyade bir savunma mekanizmasıdır”
 Adil-savaş teorisinde önemli bir soru, savaşın nasıl meşrulaştırıldığıdır: Hangi kışkırtmalar sonucu savaşın uygun bir cevap olacağına karar verilmiştir?
Klasik hukukçu İbn-i Teyiye’ye göre (d. 1328) , cihad dini farklılıklardan ziyade askeri saldırganlığa karşı verilen bir cevaptır. İslam’ın temel kaynaklarında sivillere saldırılması ya da öldürülmesine ya da düşman olmayan kesimlerin topraklarının işgal edilmesine izin verilen hiç bir yer bulunmamaktadır. Bunun Müslüman alimlerin çoğunun görüşü olduğunu da vurgulamıştır:
‘Cihad dini düşmanlıktan ziyade askeri saldırganlığa verilen bir cevaptır’– İbn-i Teymiye
Savaşmayan zalime karşı Allah’ın içinde savaşmayı emrettiği herhangi bir metin bulunmamaktadır. Daha ziyade, sünnette açıkça geçtiği gibi, alimlerin çoğunluğu tarafından da kabul edilen görüşe göre inanmayanlarla ancak savaş ilanı yaptıkları zaman savaşılır.[15] 
Aslında bir sonraki ayette İslam’da savaşın ancak şiddeti ortadan kaldırmak için uygulanabileceği açıkça belirtilmektedir. Eğer saldırganlar savaşmayı bırakırsa, bu durumda savaşmak için bir neden kalmaz:
Bu fitne (işkence) ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah’a mahsus oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.[16] 
Ibn Ḥajar al-Haytamī’ye göre (d. 1566), Zamehşeri (d. 1144) gibi ilim adamları cihadın zorunluluğunu bu anlamda düşünmüşlerdir. Eğer İslam ve Müslümanlık savaş seçeneği olmadan korunabilecekse, o zaman şiddet içermeyen yol tercih edilir.[17] 
Uygulamada ilk Müslümanlar barışçıl komşularına saldırmamışlardır. Bunun güzel bir örneği olarak Müslümanlarla Habeşliler (günümüz Etiyopya’sı) arasındaki dostane ilişkiler verilebilir. Medine’ye hicret etmeden önce bazı Müslümanlara Habeşistan’da sığınma hakkı verilmişti. Bunları gösteriş olduğu cömertlik, karşılıksız kalmadı. Sonuç olarak Peygamber (s.a.v.) onlarla dostane ilişkiler kurulmasına yönelik Müslümanlar’a talimatlar vermiştir ve bu dostane ilişki devam etiştir:
“Uygulamada ilk Müslümanlar barışçıl komşularına saldırmamışlardır.”
Habeşliler ve Türkler size karışmadıkları müddetçe siz de onlara karışmayın.[18] 
Batıda Averroës olarak bilinen klasik hukukçu İbn Rüşd (d. 1198) Medine ehlinin Habeşlilere ve Türklere hiç saldırmadığını söylemiştir:
Malik’e bu konunun doğruluğu hakkındaki görüşleri sorulmuştu. Doğru olduğuna dair bir şey demedi fakat şunu dedi: “İnsanlar onlara saldırmamaya devam etti”.[19] 
Birkaç ayet barışın İslam'da temel bir değer olduğunu belirtmektedir. Bir ayette "barış" sözcüğü İslam'ın eşanlamlısı olarak kullanılır:
Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır.[20] 
Çoğu kişi bu ayetteki selamet kelimesini İslam ile özdeşleşmiştir.[21] Çevirmen Abdul Halim selameti barış olarak tercüme etmiştir. Başka bir deyişle, İslam, kelimenin tam anlamıyla bir barış hali anlamına gelir.
“Başka bir deyişle, İslam, kelimenin tam anlamıyla bir barış hali anlamına gelir.”
Barışın kendisi Allah’ın sıfatlarından biridir. Peygamber (s.a.v.), her duadan sonra Müslümanlara barış için dua etmesini emretmiştir.
Allahım! Sen barışsın ve barış senden gelir. Sen Rahman, Rahim ve her şeye gücü yetensin![22] 
Nitekim Abdullah ibn-i Selam (d. 630) tarafından söylendiğine göre, Peygamber (s.a.v) Medine’de verdiği ilk vaazında Müslümanlara barışı yaymalarını emretmiştir:
Peygamber’i (s.a.v.) görmeye gelen insanlarla karşılaştın ve Peygamber’in (s.a.v.) yüzüne bakınca yüzünün yalan söyleyen bir insanın yüzüne benzemediğini gördüm. Peygamber (s.a.v.) şunu söyledi: İnsanlar! Barışı yayın, aç insanları doyurun, ve insanlar uyuyorken gece yarısı kalkıp ibadet edin. Böyle yaparsanız cennete girersiniz.[23] 
Başka ayetlerde Müslümanların karşı taraftan gelen anlaşma önerilerini kabul etmeleri emredilir. Eğer düşman barış yapmayı teklif edecek olursa, düşmanlık beslemek için herhangi bir makul sebep kalmamış olacağından, savaşın bir anlamı kalmamış olacaktır:
Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmak istemediklerinden göğüsleri daralarak size gelenler bundan müstesnadır. Eğer Allah dileseydi, bunları size musallat eder ve bunlar da sizinle savaşırlardı. O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez.[24] 
Başka bir ayette şu şekilde geçmektedir:
Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah semîdir, alîmdir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir).[25] 
Peygamber (s.a.v.) daha sonra dördüncü halife olacak olan Hz. Ali’ye (d. 661) ne zaman olursa olsun, mümkün olduğunca meseleleri barışçıl yöntemlerle çözmesini söylemiştir:
Gerçekten benden sonra huzursuzluklar ve anlaşmazlıklar olacaktır. Eğer yapabiliyorsan bunları barışçıl yollarla çöz.[26] 
Peygamber’in (s.a.v.) sahabelerinden olan Ammar bin Yasir (d. 657) dünya barışı mesajının İslam’ın değişmez bir parçası olduğunu söylemiştir:
Kimde şu üç haslet bulunursa gerçekten iman etmiş sayılır: başkalarına karşı adil olma, tüm dünyaya barışı yayabilme, ve durumu yokken bile, yani fakir olmasına rağmen yardımda bulunma.[27] 
Başka bir şekilde söyleyecek olursak, İslam dininin temelleri adalet, barış ve yardımlaşma üzerine kurulmuştur.
“Başka bir şekilde söyleyecek olursak, İslam dininin temelleri adalet, barış ve yardımlaşma üzerine kurulmuştur.”
İslam’ı saldırgan ve genişlemeci politikalar benimseyen bir din olarak sunanların yukarıda bahsi geçen metin ve söylemlere karşı bir cevabı bulunmamaktadır. Tüm bu söylenenlere karşı verdikleri standart yanıt, “kılıç ayetleri” olarak bilinen ve şu ana kadar söylenen konuların hükmünü ortadan kaldıran yürürlükten kaldırma (fesih) doktrinine başvurmak olmuştur. Abū Jaʿfar al-Naḥḥās (d. 949), Ibn al-Jawzī (d. 1201), ve Suyuti’nin de içinde bulunduğu bir çok klasik hukukçu bu görüşü reddetmiştir.[28] 
İbn-i Rüşd’e göre hukukçuların sadece küçük bir kısmı Müslümanların savaşmak için çok güçsüz olmadıkça Müslüman olmayanlarla barış yapmalarının yasaklandığı görüşüne katılmıştır. Bunun tam aksine, çoğunluğa göre barış ile ilgili olan ayetler savaş ayetlerini sınırlandırmıştır:
İmamın, Müslümanların çıkarını düşündüğünde, barış anlaşması imzalamasına onay verildiğini düşünenler arasında İmam Malik, İmam Şafii ve Ebu Hanife bulunmaktadır. Barış ayetlerinin savaş ayetlerini sınırlandırdığını düşünenler imam onay verirse barışın yapılabileceğini söylemişlerdir. Bu düşüncelerini Peygamber’in (s.a.v.) Hudeybiye’deki tavrıyla desteklemektedirler çünkü o zaman yapılan anlaşma gereklilik üzerine yapılan bir anlaşma değildi.[29] 
Hükmünün kaldırıldığına yönelik düşünce besleyen insanların temel dayanağı Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiyi öğreten Tevbe suresinin ayetleridir. Halbuki bu surenin eleştirel ve bağlamsal analizi yapıldığında adil-savaş hükümlerinin hala yürürlükte olduğu ortaya çıkmaktadır.
En çok referans gösterilen “kılıç ayeti”, Müslümanlara anlaşmayı bozan düşmanlarına karşı kendilerini savunmaları gerektiğini emretmektedir.
O halde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).[30] 
“öldürün, yakalayın” kelimeleri genellikle öndeki ve arkadaki ayetlere bakılmaksınız ya da Allah’ın merhametini belirten ayetler göz ardı edilerek tek başlarına verilmektedir.
“Genellikle “öldürün, yakalayın” kelimeleri öndeki ve arkadaki ayetlere bakılmaksınız tek başlarına verilmektedir.”  
Oysa, İslam'a davet etmek bu emrin veriliş nedeni değildir. Aşağıdaki ayet, İslam'ı kabul edip etmemelerine bakılmaksızın, isteyen düşmanlara sığınma ve güvenli geçiş hakkı sunmaktadır:
Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır. Öyle! (Bu sığınma ve gönderme işlemini yapmalı), zira onlar İslâm’ın gerçek mahiyetini bilmeyen bir topluluktur.[31] 
Bir sonraki ayette savaşma emrinin ne durumlarda kullanılabileceğini belirten durum açıkça ortaya konmuştur:
O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında nasıl olup da bir ahitleri olabilir ki! (olamaz, zira onlar daima hainlik edip verdikleri sözden dönerler). Mescid-i Haram’ın yanında antlaşma yaptıklarınız bundan müstesna olup, onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.  Evet, onların nasıl ahitleri olabilir ki, eğer size galip gelecek olurlarsa sizin hakkınızda ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiç bir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizin gönlünüzü alırlar, kalpleri ise nefret duyup kaçınır. Çünkü onların ekserisi Allah’ın yolundan çıkmış fâsıklardır.  Onlar Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da Allah’ın yolundan insanları alıkoydular. Gerçekten onlar ne fena iş yapıyorlar!  Müminler hakkında ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiçbir şey gözetmezler. Bunlar öyle saldırgan kimselerdir! Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse artık sizin din kardeşleriniz olurlar. Bilip anlayacak kimseler için Biz âyetlerimizi iyice açıklarız.  Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın. Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı. Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah’tan çekinmeniz gerekir.[32] 
“Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.”  
İncitici tarafın ne barış antlaşmalarına, ne de geleneksel Arap onuruna saygı duymadığı belirtilmiştir. Bu söylemlerin ve ayetlerin hükmünün kaldırıldığını savunan kesimler ancak büyük resmi göz ardı ederek kendi düşüncelerini sürdürebilirler. M.A.S. Abdul Haleem bu görüşteki yanlışı şu şekilde izah etmektedir:
“Müşrikleri öldürün” kelimesinin geçtiği cümleyi, bazı Müslüman olmayan kesimler İslam’ın savaşa karşı genel anlamda bakışını temsil ettiğini dile getirmişlerdir. Bazı Müslümanlar dahil çoğu kişi bu görüşü kabul edip ‘Dinde zorlama yoktur’ (2:256) ve hatta daha da ileri giderek ‘Allah bağışlayıcı ve merhamet edendir” ayetlerinin hükmünün kaldırıldığını söylemişlerdir.
“Müşrikleri öldürün” kelimesinin geçtiği cümleyi, bazı Müslüman olmayan kesimler İslam’ın savaşa karşı genel anlamda bakışını temsil ettiğini dile getirmişlerdir.
Yapılan bu zoraki yorumlar, cümlenin ve ayetin sadece belli bir kısmını alarak anlamını ve bağlamını bozarak bu tür müşriklerle savaşmanın pek çok sebebinin olacağını söylerler: Onlar sürekli vermiş oldukları sözlerden caydılar ve Müslümanlara karşı başkalarına yardım ettiler, başkalarının Müslüman olmasının önüne geçtiler, onları kutsal camiden ve hatta evlerinden kovdular. Bu bölümde en az sekiz defa Müslüman olmayanların Müslüman olanlara karşı kötü muamelede bulundukları belirtilmiştir.
Daha da önemlisi, Kur’an’da başka yerde savaşın sınırlandırılması olayıyla tutarlı olarak, bu “kılıç ayetleri”nin sözlerinden caymayan ve Müslümanlarla ilişkilerinde barışı koruyan müşrikleri savaşın dışında tuttuğu belirtilir. Emniyet içinde olma arayışında olan düşmanların korunması ve aradıkları emniyetin sağlanması emrini verir. Tevbe suresinin 5. ayetine kadar olan tüm bu gerçekler, İslam’ın şiddet dini olduğu teorilerine destek vermek için ayetin sadece bir kısmını alıp bunu delil gösterenlerce tamamen göz ardı edilmektedir.[33] 
Birçok hukukçu ve ilim adamı, kılıç ayetlerinin barışçıl ayetlerin hükmünü ortadan kaldırdığı iddiasını kabul etmemiştir. Barışı ön plana çıkaran ayetlerin hükmünün kaldırıldığını savunan kesimler bile bu ayetlerin tamamen iptal edildiği iddiasında bulunmamışlardır
Klasik hukukçu İbn-i Recep’e göre (d. 1393) “hükmün ortadan kaldırılması” kelimesi ilk zaman otoritelerince iptal anlamında kullanılmamıştır. Bundan ziyade sonra nazil olan ayetler ilk gelen ayetlerde belirtilen genel kuralları netleştirmiş, açıklama getirmiş bazen de istisnai kurallar koymuştur:
“Hükmün ortadan kaldırılması” anlamında kullandıkları kelimeyi aslında açıklama ve netleştirme şeklinde ele almışlardır. Gerçekten de doğru yolda olan öncü insanlar kelimeyi bu anlamda kullanmışlardır.[34] 
Tevbe suresi örneğinde, ondan önceki bir kaç ayet Müslümanlara affetmeyi telkin eder ve başlarına gelen musibetlere karşı sabır göstermeleri gerektiğini öğretir. Ancak zulüm artık dayanılmayacak seviyeye gelince bu kılıç ayetleri nazil olmuş ve savaşın genel kuralı olmaktan ziyade bağışlamanın ne durumlarda söz konusu olamayacağını belirten bir kural halini almıştır.
“Ayetler Müslümanlara affetmeyi telkin etmiş ve başlarına gelen musibetlere karşı sabır göstermeleri gerektiğini öğretmiştir.”
İspat metinlerine cevap
Şu ana kadar gördüğümüz üzere, İslami kaynaklarda haklı savaş ilkeleri konusunu destekleyebilecek bir çok delil bulunmaktadır. Yer sıkıntısı olmasaydı, daha fazla delil burada okuyucuya sunulabilirdi.
Müslüman karşıtları ve aşırıcı Müslümanların bu konuyu çürütmeye çalışmaları, iptal diyerek yanlış anlamlandırdıkları ayetlerin hükmünün kaldırıldığına itiraz ettiklerinden değildir. Hukukçuların ifadeleri, ayetler, kültürel gelenekler sıklıkla bağlamından koparılmak suretiyle yalın olarak gerçek olmayan iddiaları desteklemek için aktarılır.
“Hukukçuların ifadeleri, ayetler, kültürel gelenekler sıklıkla bağlamından koparılmak suretiyle yalın olarak gerçek olmayan iddiaları desteklemek için aktarılır.”
Görünürde tek bir ayet Yahudilere ve Hristiyanlara karşı İslam’ı benimsemedikleri için savaşı emrediyor görünmektedir.
Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.[35] 
Kur’an’ı yorumlamanın önemli ilkelerinden biri, anlamlandırmaya çalışırken “nüzul sebebi”nin çok iyi anlaşılması ve buna göre yorumlanmasıdır. Diğer bir deyişle, tarihi olayları ve durumları çok iyi anlamamız gerekir.
“Tarihi olayları ve durumları çok iyi anlamamız gerekir.”
Taberi’ye göre (d. 923) bu ayet Tebük seferinin öncesinde nüzul etmişti.[36] Tebük seferinin nedeni Mu’tah savaşına sebep olan Peygamber’in (s.a.v.) bir elçisinin Romalı düşmanlarca öldürülmesidir.
Klasik hukukçu İbn El-Kayyim'e göre (d. 1350) Romalılar Mu'tah ve Tebük’teki çatışmalara yol açan ilk savaş hareketlerini gerçekleştirmişlerdir:
Savaşın temel nedeni, Allah’ın Elçisi’nin (s.a.v.) Lihb kabilesinden Ḥārith ibn Umair al-Azdī’yi kendi mektubuyla beraber Suriye’deki Roma kralı ya da Basra’ya göndermiş olmasıdır. Ḥārith ibn Umair al-Azdī mektubu  Sharḥabīl ibn ‘Amr al-Ghassaāni’ye sunar ve buna karşılık o, elçiyi bağlayıp boynundan sıkarak öldürür.  Daha önce Peygamber’in (s.a.v.) gönderdiği hiç bir elçi öldürülmemişti.[37] 
Bu olay, Romalılarla barışı sağlamanın o zaman için mümkün olmadığını göstermiştir. Bundan dolayı Tevbe suresinin 29. Ayeti daha önceki ayetlerin emirleri ile uyumlu bir şekilde nazil olmuştur.
Bir çok alim İslam’a inanmamanın savaş sebebi olmadığı konusunda hemfikirdir. İbn El-Kayyim bu kişilerin görüşünü şu şekilde dile getirmektedir:
Savaşmak inanmayanlara karşı koymak amacıyla yapılamaz. Ancak bir savaş varsa ve buna karşı koymak gerekiyorsa yapılabilir. Bundan dolayı kadınlar ve çocuklar gibi  savaşa katılmayan rahipler, körler, yaşlılar öldürülemezler. Bundan ziyade ancak bize karşı savaş ilan edenlerle savaşırız. Bu Peygamber’in (s.a.v.) insanlarla ve diğer milletlerle olan ilişkisinde izlediği yoldu. Onlarla kendisine savaş ilan edenlere karşı İslam dinini kabul edene kadar, barış anlaşması önerene kadar ya da fidye vererek kontrolü altında bulunmayı kabul edene kadar savaşırdı.[38] 
“Savaşmak inanmayanlara karşı koymak amacıyla yapılamaz. Ancak bir savaş varsa ve buna karşı koymak gerekiyorsa yapılabilir.”
Bu çerçevede Tevbe suresinin 29. Ayeti kesinlikle İslam’ı şiddet dini şeklinde gösterenlerce bir delil anlamında kullanılamaz.
İslam’ı şiddeti öneren ve ön plana çıkarak bir din olarak gösteren bir diğer görüş ise şöyledir:
Allah’tan başka ilah olmadığını kabul etmelerine kadar insanlarla savaşmam emredildi.[39] 
Yukarıdaki durumlara benzer şekilde, eğer arka planına bakılmazsa ve buradaki söylem olduğu gibi alınırsa, çok yanlış sonuçlar doğurabilir. Bu söylemin başka bir versiyonunda ise tam tersi şekilde kendisiyle savaşılacak insanlara sınırlılık getiren bir durum vardır. Bu insanlar tam olarak kimdir? Peygamber (s.a.v.) neden bu sözü söyleme gereği duymuştur?
Enes bin Malik’in (d. 709) rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) putperestlerle savaşmayı emretmiştir. Fakat bundan Yahudileri, Hristiyanları ve kendisine kitap gönderilmiş insanları muaf tutmuştur.[40] Klasik yorumculardan Ibn Kathīr’e (d. 1373) göre Tevbe suresinin beşinci ayetinde geçen putperestlerden kasıt, bizim burada da söylediğimiz üzere barışı bozan insanlardır.[41] Bu durumda “insanlar” ibaresi genel anlamda tüm insanları kapsamamaktadır.
Peygamber (s.a.v.) putperestlerle savaşmayı emretmiştir. Fakat bundan Yahudileri, Hristiyanları ve kendisine kitap gönderilmiş insanları muaf tutmuştur.
İlim adamlarından al-Nasā’ī (d. 915) bu söylemi aslında kan dökmenin yasaklandığına dair duruma bir örnek olarak sunmaktadır. Burada geçen kendisiyle savaşılacak “insanlar” aslında bozgunculuk çıkaran, ve başkalarının özgür iradeleriyle İslam’ı kabul etmelerini engelleyenlerdir. Bu görüş İbn-i Teyyime’nin bu söz üzerine görüşlerini sunarken desteklenmiştir:
Bu ayetin anlamında Allah bize savaşmayı sürdüren insanlarla savaşmamızı emretmiştir. Allah kendileriyle barış içinde yaşamamızı emrettiği ve bizimle barış içinde olan insanlarla savaşmayı emretmemiştir.[42] 
Cabir (d. 697) Peygamber’in (s.a.v.) bu sözden sonra aşağıdaki ayeti okuduğunu söylemiştir:
İşte böyle... Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir. Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.[43] [44] 
Said bin Zeyd (d. 671) gibi İlk Müslüman sahabeler bunu dinde zorlamayı yasaklayan bir emir olarak algılamışlardır:
Onları dine girmek için zorlayacak makamda değilsin.[45] 
“Onları dine girmek için zorlayacak makamda değilsin”
Bu ayetler ifadeyi daha da hafifletmekte ve İslam’ın amacının insanları zorlamak olduğuna dair düşünceyi reddetmektedir. İbn-i Kayyim Peygamber’in (s.a.v.) herhangi birine zorla İslam’ı kabul ettirdiğine yönelik iddiaları reddetmiştir:
Peygamber (s.a.v.) hiç kimseyi İslam’ı kabul etmesi için zorlamamıştır. Ancak kendisiyle savaşa devam eden ve düşmanlık eden kişilerle savaşmıştır. Kendisiyle barış anlaşması yapan ya da yapmayı teklif eden kişilere karşı, Allah’ın ona emrettiği gibi, savaşa devam etmedi ve onları dine girmeleri için hiç bir zaman zorlamadı: Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. (2:256).[46] 
Bundan dolayı “insanlarla” savaş emri belirli insanları ve durumları hedeflemiştir. Zorlayarak bir kişiyi İslam’a davet etmeyi ve kabul ettirmeyi kesinlikle meşru kılmamıştır. İslam’ın birliğine şehadet etmeye kadar onlarla savaşmak söylemi, düşmanlığı bitirmenin gerekliliğini ortaya çıkaran diğer nedenlerin yanında,  İslam’ı kabul etmenin savaşı anında durdurmak için bir neden olduğunu belirtmek adına söylenmiştir.
Son olarak klasik İslam teorilerinin yapısını ve faaliyet gösterdikleri bağlamları anlamamız gerekir.  Antik dünyada, savaş genel kural ve normdu; barış istisnaydı. İngiliz siyaset bilimci Thomas Hobbes (d. 1679) barışı uygulamak için yasal bir otorite olmadıkça insanlardan her bireyin diğer bireylerle karşı karşıya olduğu bir savaş halinin olacağını söylemiştir.[47] Diğer bir deyişle, her millet doğal olarak birbiriyle savaş halindedir.
Gerçek şu ki, eğer Birleşmiş Milletler Anlaşması olmamış olsaydı, günümüzde tüm ulus devletler birbiriyle savaş halinde olacaktı. İkinci Dünya Savaşından sonra doğan insanlar bu anlaşmanın meyvelerini ulus devletlerin birbiriyle nispeten barış içinde olmaları şeklinde görmüşlerdir. Eğer bu anlaşma olmasaydı kavga ve çekişme uluslararası bir kural olabilirdi.
Hukukçulardan al-Shāfi’ī (d. 820) kendi savaş teorisini bu sosyal bağlamda ele almıştır. Ona göre diğer milletler doğal olarak Müslümanlara karşı düşmanlık besler ve bu durum barış anlaşması imzalanmadan değişmez. İbn-i Rüşd şöyle demiştir:
al-Shāfi’ī onlar inanana kadar ya da cizye ödeyene kadar savaşmayı temel düşünce olarak ele almıştır ve bu görüşe göre bu durum Peygamber’in (s.a.v.) Hudeybiye yılındaki davranışları ve tavırlarıyla sınırlandırılmıştır.[48] 
al-Shāfi’ī’nin teorisine göre diğer milletler bir kural olarak düşman şeklinde belirlenmiştir fakat bu durum Müslüman yönetimlerin barış anlaşması yapmaya yetkili kılınmasıyla kısmen hafifletilmiştir.
Dr. Sherman Jackson ilk zamanlardaki bu hukuki düşüncenin kaynağını şu şekilde açıklamıştır:
Her Müslüman ülke için emperyal düzeni kurmaya yönelik arayışlar bu ülkelerin politikalarını belirlemiş ve İslami hukuksal yazılar, “savaş hali” mantığını ve ancak Müslümanların yine Müslümanlara Müslüman olarak kalmalarına izin vereceğini ifade etmeye devam etmiştir. Cihadı sadece Müslümanların özgürlüğünü ve güvenliğini sağlayacak bir yöntem olarak değil, aynı zamanda bunu yapmanın tek yolu olarak görmeye devam etmişlerdir. Çünkü barış anlaşmaları bile bir kişinin gerçek ya da hayali bir kılıç aracılığıyla talepleri kabul etmesinin sonucunda olmuştur. Diğer bir deyişle, cihadın amacı Müslümanları sürekli korku halinde bırakan bir dünyada onlara güvenlik ve özgürlük imkanını vermektir.[49] 
Bu söylenenler al-Shāfi’ī ve onu destekleyen hukukçuların düşmanlığı benimsediği ve barışı desteklemedikleri anlamına tabi ki gelmez. Tam tersine al-Shāfi’ī’nin söylemlerinde şiddetten kaçınmak vardır:
Hükümlerin en yararlısı Allah’tan korkmaktır ve en zararlısı saldırganlıktır.[50] 
Daha ziyade, eski dünyanın gerçekleri Müslüman hukukçuları yaşadıkları varsayılan savaş durumunu doğru bir şekilde tasvir eden yasal bir çerçeve inşa etmeye zorlamıştır. Bu durumda bile, cihad ile ilgili bölümler, barış antlaşmalarıyla ilgili olarak her zaman hukuk ilmine eşlik etmiştir. Bazı hukukçular barış antlaşmalarına zaman sınırı koymuş olmasına rağmen, Malik bin Enesü (d. 795) gibileri herhangi bir sınır koymadan anlaşmalara izin vermiştir.[51] Savaş hali asla kalıcı, hatta arzu edilen bir şey olarak görülmedi.
“Savaş hali asla kalıcı, hatta arzu edilen bir şey olarak görülmedi.”
Başka bir şekilde söyleyecek olursak, ilk zaman hukukçularının eserlerindeki cihad tanımı arzu ettikleri devlet yapısından ziyade içinde bulundukları savaş halini merkeze alan bir tutum sergiliyordu. Müslüman karşıtları ve cihatçıların temel problemi klasik fıkhi literatürdeki cümleleri sosyal ve tarihi yapılarını düşünmeden alıp günümüze uyarlamalarıdır.
SONUÇ
İslam’da cihada yaklaşım tarzı kesinlikle uluslararası şiddete karşı olan kurallar ile uyumludur.
“İslam’da cihada yaklaşım tarzı kesinlikle uluslararası şiddete karşı olan kurallar ile uyumludur.”
Kur’an ve sünnet Müslümanlara kendilerini şiddete karşı koruma izni vermiş ve savaşmayı güvenliği, özgürlüğü ve insan haklarını koruma amacına yönelik olması koşuluyla sınırlandırmıştır. Bu konuya getirilecek olan açıklık İslam’ın batıyı tehdit eden ve şiddet içeren siyasi bir ideoloji olduğu fikrindeki yanlış düşüncenin önüne geçecek ve aynı zamanda özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları ayrımcılık, şüphelenme ve düşmanlık tavırlarının da azalmasına neden olacaktır.
Başarı Allah’tan gelir ve Allah en iyi bilendir.
“Başarı Allah’tan gelir ve Allah en iyi bilendir.”
Referanslar
Abdel Haleem, M. A. The Qur’an: English translation and parallel Arabic text. Oxford: Oxford University Press, 2010.
Abū Dāwūd. Sunan Abī Dāwūd. Ṣaydā, Lubnān: al-Maktabah al-Aṣrīyah, 1980.
Albānī, Muḥammad N. Ṣaḥīḥ al-Jāmiʻ al-Ṣaghīr wa Ziyādatihi. [Dimashq]: al-Maktab al-Islāmī, 1969.
al-Bayḍāwī, ‘Abd A. Anwār al-Tanzīl wa-Asrār al-Ta’wīl al-Ma’rūf bi-Tafsīr al-Bayḍāwī. Bayrūt: Dār Iḥyā’ al-Turāth al-‘Arabī, 1998.
al-Bayhaqī. Al-Madkhal ilá al-Sunan al-Kubrá. al-Kuwayt : Dār al-Khulafāʼ lil-Kitāb al-Islāmī, 1983.
al-Bukhārī, Muḥammad I. Ṣaḥīḥ al-Bukhārī. Bayrūt: Dār Ṭawq al-Najjāh, [2002].
Hobbes, Thomas, and E M. Curley. Leviathan: with selected variants from the Latin edition of 1668. Indianapolis: Hackett Pub. Co, 1994.
al-Haythamī, Abu Bakr. Majmaʻ al-Zawāʼid Wa Manbaʻ al-Fawāʼid. al-Qāhirah: Maktabat al-Qudsī, 1994.
al-Haytamī, Ibn Ḥajar. Tuḥfat al-Muḥtāj bi-Sharḥ al-Minhāj. Miṣr: al-Maktabah al-Tijārīyah al-Kubrá, 1983.
Ibn Ḥanbal, Aḥmad, and Aḥmad Shakir. Al-Musnad. al-Qahirah : Dar al-Hadith, 1995.
Ibn Ḥanbal, Aḥmad. Musnad al-Imām Aḥmad Ibn Ḥanbal. Bayrūt: Mu’assasat al-Risālah, 1993.
Ibn Kathīr. Tafsīr al-Qur’ān al-‘Aẓīm. al-Riyāḍ, al-Mamlakah al-‘Arabīyah al-Sa’ūdīyah: Dār Ṭībah, 1997.
Ibn Mājah, M. Sunan Ibn Mājah. [Bayrūt]: Dār Iḥyā’ al-Kutub al-‘Arabīyah, [1952].
Ibn al-Qayyim. Aḥkām Ahl Al-Dhimmah. al-Dammām: Ramādī lil-Nashr, 1997.
Ibn al-Qayyim. Hidāyat Al-Ḥayārá Fī Ajwibat Al-Yahūd Wa-Al-Naṣārá. Dimashq: Dār al-Qalam, 1996.
Ibn al-Qayyim. Zād al-Ma’ād fī Hadī Khayr al-‘Ibād. Bayrūt: Mu’assasat al-Risālah, 1996.
Ibn Rajab. Kalimat al-Ikhlāṣ wa Taḥqīq Ma’nāhā. Dimashq: al-Maktab al-Islāmī, 1961.
Ibn Rushd (Averroës), Imran A. K. Nyazee, and Muhammad Abdul-Rauf. The Distinguished Jurist’s Primer: A translation of Bidāyat al-Mujtahid. Reading, UK: Centre for Muslim Contribution to Civilization, 1994.
Ibn Taymīyah. Kitāb al-Nubūwāt. al-Riyāḍ: Aḍwāʼ al-Salaf, 2000.
Ibn Taymīyah. Majmū’ al-Fatāwà. al-Madīnah al-Munawwarah : Majma’ al-Malik Fahd li-Ṭibā’at al-Muṣḥaf al-Sharīf, 1994.
Jackson, Sherman. “Jihad and the Modern World.” Oxford Islamic Studies Online. Accessed 05-Sep-2016. http://www.oxfordislamicstudies.com/article/book/islam-9780195174304/islam-9780195174304-chapter-61
Muslim, Ibn H. Ṣaḥīḥ Muslim. [Bayrūt]: Dār Iḥyā’ al-Kutub al-‘Arabīyah, [1955].
al-Nasā’ī. Sunan al-Nasā’ī. Ḥalab: Maktab al-Maṭbūʻāt al-Islāmīyah, 1986.
al-Qurṭubī, Muḥammad A. Jami’ li-Aḥkām al-Qur’an. al-Qāhirah: Dār al-Kutūb al-Miṣrīyah, 1935.
al-Ṣan’ānī, Ibn Ṣalāḥ. Al-Tanwīr Sharḥ al-Jāmiʻ al-Ṣaghīr. al-Riyāḍ: Maktabat Dār al-Salām, 2011.
al-Ṭabarī. Tafsīr al-Ṭabarī min kitābihi Jāmi’ al-Bayān ‘an Ta’wīl Āy al-Qur’ān. Bayrūt: Mu’assasat al-Risālah, 1994.
al-Tirmidhī, Ibn ʻĪsá. Sunan al-Tirmidhī. Bayrūt: Dār al-Ġarb al-Islāmī, 1998.
Yahya Blankinship, Khalid. “Sword Verses,” in The Oxford Encyclopedia of the Islamic World. Oxford Islamic Studies Online. Accessed 05-Sep-2016. http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t236/e0979
 

[3]3 http://www.un.org/en/member-states/

[4]4 http://www.oic-oci.org/oicv3/page/?p_id=52&p_ref=26&lan=en

[5]5 Hac Suresi 22:39-40; (Kur’an’nın tüm çevirileri M.A.S. Abdel Haleem’in kaleme aldığı The Qur’an: English translation and parallel Arabic text eserinden alınmıştır).

[6]6 al-Qurṭubī, Jami’ li-Aḥkām al-Qur’an 22:39, v.12 p.68.

[7]7 Bakara Suresi 2:190.

[8]8 al-Ṭabarī, Tafsīr al-Ṭabarī 2:190, v.3 p.561.

[9]9 Ibid., v.3 p.563 (yazarın çevirisi).

[10]  10 Ibid., v.3 p.562 (yazarın çevirisi).

[11]11 al-Bayḍāwī, Anwār al-Tanzīl 2:190, v.1 p.128 (yazarın çevirisi).

[12] Musnad Aḥmad #16376 (15943), v.26 p.298 (yazarın çevirisi); Abu Bakr al-Haythamī in Majmaʻ al-Zawāʼid’ye göre sahih #11731, v.7 p.174.

[13] Ṣaḥīḥ al-Bukhārī #3026 (2863), v.4 p.63 (yazarın çevirisi).

[14] Ṣaḥīḥ Muslim #1841, v.3 p.1471 (yazarın çevirisi).

[15] Ibn Taymiyyah, Kitāb al-Nubūwāt, v.1 p.570 (yazarın çevirisi).

[16] Surat al-Baqarah 2:193

[17]al-Haytami, Tuḥfat al-Muḥtāj, v.9 p.211 (yazarın çevirisi).

[18] Sunan Abī Dāwūd #4309 (4302), v.4 p.114 (yazarın çevirisi); al-Albānī in Ṣaḥīḥ al-Jāmiʻ al-Ṣaghīr’e göre iyi #3384, v.1 p.638.

[19] Ibn Rushd, Distinguished Jurist’s Primer, v.1 p.456.

[20] Surat al-Baqarah 2:208.

[21] al-Ṭabarī, Tafsīr al-Ṭabarī 2:208, v.3 p.595.

[22] Ṣaḥīḥ Muslim #592, v.1 p.414 (yazarın çevirisi).

[23] Sunan al-Tirmidhī #2485, v.4 p.233 (yazarın çevirisi); Tirmizi’ye göre sahih.

[24] Nisa Suresi 4:90

[25] Enfal Suresi 8:61.

[26] Musnad Aḥmad #695 (697), v.2 p.106 (yazarın çevirisi); Aḥmad Shakir in Al-Musnad’a göre sahih #695, v.1 p.649.

[27] Ṣaḥīḥ al-Bukhārī #28, v.1 p.15 (yazarın çevirisi).

[28] Yahya Blankinship, Khalid. “Sword Verses.”

[29] Ibn Rushd, Distinguished Jurist’s Primer, v.1 p.463-464.

[30] Tevbe Suresi 9:5.

[31] Tevbe Suresi 9:6.

[32] Tevbe Suresi 9:7-13.

[33] Abdel Haleem, The Qur’an, p. xxiii.

[34] Ibn Rajab, Kalimat al-Ikhlāṣ, p.20 (yazarın çevirisi).

[35] Tevbe Suresi 9:29

[36] al-Ṭabarī, Tafsīr al-Ṭabarī 9:29, v.11 p.407.

[37] Ibn al-Qayyim, Zād al-Ma’ād, v.3 p.336 (yazarın çevirisi).

[38] Ibn al-Qayyim, Aḥkām Ahl al-Dhimmah, v.1 p.110 (yazarın çevirisi).

[39] Sahih al-Bukhari #25, v.1 p.14 (yazarın çevirisi).

[40] Sunan al-Nasā’ī #3966, v.7 p.75.

[41] Ibn Kathīr, Tafsīr al-Qur’ān al-‘Aẓīm 9:5, v.4 p.111.

[42] Ibn Taymiyyah, Majmū’ al-Fatāwà, v.19 p.20 (yazarın çevirisi).

[43] Gaşiye Suresi 88:21-22.

[44] Ṣaḥīḥ Muslim #21, v.1 p.52.

[45] al-Ṭabarī, Tafsīr al-Ṭabarī, v.24 p.341 (yazarın çevirisi).

[46] Ibn al-Qayyim, Hidāyat Al-Ḥayārá, v.1 p.237 (yazarın çevirisi).

[47] Hobbes, Leviathan, p.76.

[48] Ibn Rushd, Distinguished Jurist’s Primer, v.1 p.464.

[49] Jackson, Sherman. “Jihad and the Modern World.”

[50] al-Bayhaqī. al-Madkhal ilá al-Sunan al-Kubrá #517, v.1 p.326 (yazarın çevirisi).

[51] al-Qurṭubī, Jami’ li-Aḥkām al-Qur’an 8:61, v.8 p.41.